Bir Sayfa Seçin

Tabandan girişimler

(Yazan: Nicole Foss; ç. hira d.)

Holmgren fosil yakıt arzındaki düşüşün etkisini yumuşatmakta tabandan gelen girişimler için zamanın daralmakta olduğunu öne sürüyor. Hane ve topluluk düzeyinde yapılabilecek basit şeylerle enerjiye daha az dayalı bir dünya oluşturmak mümkünse de, bu minvalde sınırlı bir farkındalık mevcut ve az zamanımız kaldı.

Holmgren, Sovyetler Birliği’nin çöküşü sırasında, gayrıresmi ekonominin ülkede ciddi bir tampon etkisi yarattığına, insanların dev sistemin büyük ölçüde çöküşüne rağmen ayakta kalabilmelerini sağladığına dikkat çeker. Örneğin, kollektif tarlalar işlemez duruma geldiğinde, insanlar ulaşabildikleri her köşede bahçeler yaparak işlenebilir arazilerin %10’uyla gıdasını temin edebilmişti. Ayaklarının üzerinde bu şekilde durabilmek insanlara büyük bir güç verir, ancak bu beceri belli bir yolun izlenmesine bağlıdır. Bir toplum kendini -fiziksel kapasite, sivil toplum ve politik kültür itibariyle- çöküşün eşiğinde bulduğunda, çöküşün üstesinden nasıl geleceğini belirler. Dale Allen Pfeiffer’ın Eating Fossil Fuels (Fosil Yakıtlarını Yemek) adlı nefis kitabı, Küba’da ve Kuzey Kore’de enerji arzındaki apansız kesintileri karşılaştırarak, bu noktayı gayet net ortaya koyar. Daha gelişkin bir sivil topluma ve daha büyük bir esnekliğe sahip olan Küba, acılı olsa da bu yeni duruma uyum sağlamışken, katı hiyerarşik yapıdaki Kuzey Kore çok ciddi etkilere maruz kaldı.

Dimitri Orlov, gayrıresmi ekonomisi çok daha gelişkin olduğundan, Sovyetler Birliği’nin bu tarz koşullara batı dünyasına kıyasla çok daha hazır olduğunu gayet net bir şekilde ileri sürer. Bu dev sistem o denli yetersiz ve işlevsizdi ki, insanlar başlarının çaresine bakmaya çoktan alışmış, fiziksel ve organizasyonel becerileri zaten geliştirmişti. Tipik batılılara kıyasla beklentileri düşüktü, sistemleri tedavüldeki paraya çok daha az bağımlıydı.

Sınırlarının eşiğinde işleyip çok kısıtlı yedek kapasiteleri barındıran batılı ekonomilerin ekonomik randımanı, onların en zayıf karnıdır. James Howard Kunstler’in söylediği gibi, “randıman doğrudan cehenneme götüren yoldur”, çünkü dağılan bir sistem koşullarına ayak uydurmaya yönelik bir kapasite yok denecek kadar azdır. Çok düşük fiziksel dirençlilik, muazzam borç, faiz oranlarındaki en ufak bir yükselişe karşı bile son derece savunmasız olma, “kaldıraçlı varlıklardaki” (leveraged assets) fiyat çöküşü potansiyeli, görece düşük bir beceri dayanağı, tedavüldeki para dolaşımına akut bir bağımlılık ve sınırlara yaklaşıldığına dair muazzam bir bilgisizlik bir araya geldiğinde, batı finans sisteminin çöküşünün tam bir kasırgaya dönüşmesine yönelik tüm koşulları hazırlamakta.

Zaman gerçekten de kısa, yapılabilecekler açısından bazı sınırlar olacak. Yine de, insanlar ne yapabildiyse, o kadarı bile bölgelerinde bir fark yaratacak. Başa düşen iş çok ağır olsa da, uğrunda çaba harcamaya son derece değmekte. Tepeden inmeci yaklaşımlar Titanik’in rotasını değiştirmekte çok düşük bir şansa sahip olduğundan, elimizden gelen çabayı başarı potansiyeline sahip şeylere yöneltebiliriz, zira seçilebilecek başka bir yol yok. Büyümenin sınırlarına ulaşmak şiddetli sonuçlara yol açacak, ama bunlar yumuşatılabilir. Daha şimdiden adaptasyona yönelik koşulları oluşturmak üzere harekete geçmek, krizlerin altından kalkılabilmesinde bir fark yaratabilir.

Holmgren, aslında çöküşün ilerlemenin en iyi yolu olduğunu savunmakta; bu gerçekle hesaplaşılması ertelendikçe, kaçınılmaz sınıra nihayet varıldığında işler daha çok sarpa saracak. Döngünün genişleme evresi uzadıkça, borçlar daha da tırmanacak, ucuz enerjiye olan bağlılık daha da artacak, sera gazı salımı daha da artacak. Her ne pahasına olursa olsun bu sürdürülemez durumu sürdürmeye çalışmakla kitlelere büyük acılar çektirilmekte. Sınırlar dahilinde yaşamayı öğrenmek durumundaysak, geç olmadan bunu yapmalıyız. Holmgren özellikle, salımları tepetaklak düşürecek çöküş potansiyeline odaklanmakta, bu durum böylece Kahverengi tekno senaryosundan çıkacak iklim afetini belki önleyebilir.

Holmgren, yeterli sayıdaki orta sınıf batılı azınlığın bağımlı tüketicilikten bağımsız üreticiler olmaya doğru dayanışmacı çabalarının, hayatta kalmak için sürekli büyümek durumunda olan halihazırda aşırı gergin ve kırılgan finans sistemini raydan çıkarabileceği olasılığını gündeme getiriyor. Gelişmiş ülkelerdeki nüfusun %10’unda tüketimin %50 düşmesi ve varlıkların %50’sinin direnç oluşturmaya yönelik oluşumlara aktarılmasının, talepte ve bankaların borç olarak verebileceği tasarruf miktarında %5’lik bir düşüş yaratacağını öne sürüyor.

Gönülsüzce bir çöküş talep edilmesi ekonomik darboğaz dönemlerinin tipik bir unsurudur. Varlıkları finans dünyasının sanal servetlerinden somut şeylere aktarmak bir finans krizinin eşiğinde çok yerinde bir seçim olacaktır; zira salt finansal varlıkların değeri büyük ölçekli bir yeniden fiyatlanma ortamında muhtemelen buhar olup uçacak, elde dönüştürecek bir şey kalmayacaktır. Aslında şu anda gerçek varlıklara dayalı olandan çok daha fazla finansal varlık mevcuttur, dolayısıyla ancak erken davrananlar ellerindeki finansal varlıkları gerçek varlıklara çevirebilecek. Elit kesimin içinde finansal krizin yaklaşmakta olduğunun farkında olanlar şimdiden mevcut. Bankaların bir kalem hareketiyle borç biçiminde para yarattığı bir dünyada, borç vermek için bir tasarruf havuzuna ihtiyaç duyulmuyor. Borç vermeler daha ziyade finans sistemindeki risk algısına dayanmakta. Finans sitemi mekanistik bir yapıda olmadığından, niceliksel sonuçlar kolay kolay öngörülemiyor. Holmgren bunu görerek, arz talep dengesindeki ufak değişikliklerin fiyatlar üzerinde bu değişiklikle orantısız etkiler yaratabileceğini öne sürüyor.

Holmgren bu tarz bir yaklaşımı alanen savunmanın gerek kişisel düzeyde gerekse permakültür hareketi itibariyle içerdiği risklerin de gayet ayırdında. Bu kaygılar son derece yerinde. Permakültür kesintisiz büyüme gereksinimine karşı bir çözüm olarak gayet olumlu bir imaja sahip; sistemin çökmesine yönelik bilinçli girişimlerin bir parçası olduğu takdirde bu imajı riske atmış olacak. Holmgren’in böyle bir tartışmayı niye başlattığını anlamakla birlikte, kaybedilebilecekler düşünüldüğünde, bu tarz köktenci bir yolun seçilmesi bir hayli tehlikeli.

Bu yaklaşım, mevcut sistemin yerlebir edilmesini savunan Derin Yeşil Direnişle kimi ortak yönler içermekte, lakin onlar çok daha aleni bir yıkıcı tavır sergilemekte. En azından şu sıra için muhtemel gözüken hükümran bir ekonomik senaryoda, “en az zararlı seçenek” mantığına dayansa da ve hedeflenen amaçlara yönelik olumlu yollar vurgulansa da, bu şekil açık seçik ifade edilmiş amaçlar hemen dikkat çeker. Fark yaratmaya odaklı bir hareket bir anda kendisini şeytanlaştırılmış ve uygulamalarını tam bir kavrayışsızlıkla yasaklanmış bulabilir; tüm bunlar en basitinden trajik olur.

 

5. bölüm