Bir Sayfa Seçin

Eğer herkes ekoköylerde yaşasaydı Dünya’nın başı hâlâ belada olurdu

Samuel Alexander,

Melbourne Üni., Sürdürülebilir Toplum Enstitüsü.

Haziran 2015 (çev: İnci Tolunay; son okuma Hira Doğrul)

Eğer herkes Kuzey Amerikalılar veya Avustralyalılar gibi yaşasaydı, bize ancak Dünya gibi dört veya beş adet gezegenin yeteceğini sık sık duyuyoruz.

Bu çeşit analizler “ekolojik ayak izi” olarak biliniyor ve yenilenebilir enerji, enerji verimliliği ve toplu taşıma konularında ilerici yaklaşımlarıyla “çevreci” olarak adlandırılan Batı Avrupa ülkelerinin bile üçten fazla gezegene ihtiyaç duyacaklarını gösteriyor.

Gezegenimizin mevcut kaynakları dahilinde nasıl yaşayabiliriz? Bu soruyu ciddi şekilde kurcaladığımızda, neredeyse tüm çevreci külliyatın medeniyetimizin sürdürülebilirliği için nelerin gerektiği konusunu ciddi şekilde hafife aldığını net olarak görebiliriz.

Sadece cesur olan okumaya devam etmeli.

Ekolojik ayak izi” analizi

Bir dünya kadarlık yaşam” neye benzerdi sorusunu açmak için, çevresel muhasebenin dünyadaki tartışmasız en önemli ölçümü olan ekolojik ayak izi analizine bakalım.

Bu analiz Mathis Wackernagel ve William Rees tarafından şekillendirildi, sonrasında British Columbia Üniversitesi’nde geliştirildi, günümüzde de Wackernagel’in başkanlığını yaptığı bilimsel kuruluş The Global Footprint Network (Küresel Ayak izi Ağı) tarafından kurumsallaştırıldı.

Bu çevresel muhasebesi yöntemi, belli bir nüfusun elinde bulunan verimli toprak ve su miktarını ölçmeye çalışır, ardından da nüfusun bu ekosisteme yönelik taleplerini değerlendirir. Sürdürülebilir bir toplum, bağımlı olduğu ekosistemlerin taşıma kapasitesi içinde faaliyet gösteren toplumdur.

Bu muhasebe yöntemine yönelik çeşitli eleştiriler yapılmakta -hiç kuşkusuz kesin bir bilim değil- ancak endişe verici olan şu ki, bunu eleştirenlerin çoğu, bu analizin aslında insanlığın çevresel etkisini olduğundan az gösterdiğini ileri sürüyor. Konseptin ortak yaratıcısı olan Wackernagel bile rakamların az değer biçtiği konusunda ikna oldu.

Global Footprint Network’ün en yeni verilerine göre, bir bütün olarak insanlık gezegenimizin bir buçuk katı biyolojik kapasiteyi talep ederek, ekolojik sınırlardan taşmış halde. Küresel nüfus 11 milyar insana doğru büyümeyi sürdürürken ve büyüme fetişi küresel ekonomiyi şekillendirmeye devam ederken, bu taşkınlığın boyutu sadece artmaya devam edecektir.

Ekolojik sınırlardan taşma her yıl kötüleşerek devam ediyor, varlığımızın ve diğer türlerin varlığının biyofiziksel temelleri her yıl daha da zayıf düşüyor.

Bir ekolojik köyün ayak izi

Daha önce de belirttiğim gibi, çevresel bozulmanın temel hatları görece gayet iyi bilinmekte. Bununla birlikte, daha az bilinen şey, dünyanın en başarılı ve uzun ömürlü ekoköylerinin bile ekolojik ayak izindeadil bir paylaşıma henüz ulaşamamış olduğu.

Misal, muhtemelen dünyanın en ünlü ekoköyü olan İskoçya’daki Findhorn Ekoköyü’nü ele alalım. Bir ekoköy, en geniş ifadesiyle, gezegen üzerinde daha “hafif” bir şekilde yaşamayı amaçlayan bir “niyet birliği topluluğu” olarak anlaşılabilir. Findhorn topluluğu, uyguladığı diğer şeylerin yanı sıra, neredeyse tamamen vejetaryen bir diyet benimsedi, yenilenebilir enerji üretiyor ve evlerinin çoğunu çamurdan ya da çıkma malzemelerden yapıyorlar.

Finddhorn Ekoköyü, İskoçya

Bu topluluğun ekolojik ayak izi analizi yapıldı. Bu ekoköyün kararlı çabalarına rağmen, Findhorn topluluğunun, dünyada herkes bu şekilde yaşamış olsa sürdürülebilecek olandan daha fazla kaynağı tükettiği ve gezegenin kaldırabileceğinden daha fazla atık bıraktığı anlaşıldı. (Sorunun ciddi kısmı, topluluğun ortalama bir Batılı kadar sık uçmaya eğilimli olmasının düşük kalabilecek ayak izlerini artırmasından kaynaklanıyor.)

Şöyle düşünelim, hesaplamalarıma göre, eğer tüm dünya en başarılı ekoköylerimizden biri gibi olsaydı bile, yine de Dünya’nın biyolojik kapasitesinin bir buçuk katına ihtiyacımız olacaktır. Bunu bir an durup düşünelim.

Bu sonucu umutsuzluk yaratmak için paylaşmıyorum, ancak görüşüme göre bu durum ekolojik çıkmazımızın boyutunu apaçık bir netlikle ortaya koyuyor. Bunu, çevreci uygulamaların sınırlarını zorlayan çeşitli çabalardan çok daha fazlasını hayata geçiren ekoköy hareketinin asil ve gerekli çabalarını eleştirmek için de paylaşmıyorum.

Aksine, çevreci hareketi ve daha geniş bir kitleyi sarsmak ve uyandırmak ümidiyle bunu paylaşıyorum. Gayet uyanık bir şekilde, işe önce, tüketici kapitalizminin orasını burasını yamamaya çalışmanın tamamen yetersiz olduğunu kabul ederek başlayalım.

Yedi milyar insanla tıka basa dolu bir dünyada, “adil paylaşılan” bir ekolojik ayak izi, etkilerimizi bugünkünden çok daha küçük bir orana indirgemek anlamına gelir. Yaşam tarzımızda yapılacak bu köklü değişimlerin kanı, büyümeye odaklı bir medeniyetle uyuşmamakta.

Bazı insanlar, bunu duruşu çok “radikal” bulabilir, ancak bu durumun sadece delillerin dürüst bir şekilde gözden geçirilmesi ile şekillendirildiğini ileri süreceğim.

‘Tek-Gezegenlik’ yaşam neye benzerdi?

Modern çevre hareketinin başlamasından elli altmış yıl sonra bile, gezegenin sürdürülebilir taşıma kapasitesi içinde nasıl gelişebileceğimizin bir örneği hâlâ elimizde yok.

Bununla birlikte, temel sorunlar yeterince iyi anlaşıldığında, gerçek bazen bizi çok zorlayacak olsa bile, duruma uygun bir yanıt yeterince berrak bir şekilde ortaya çıkacaktır.

Yenilenebilir enerji sistemlerine hızlıca geçmek durumundayız. Ancak bu geçişin mümkün ve altından kalkılabilir olmasının, gelişmiş ülkelerde alıştığımızdan çok daha az enerji harcamamızı talep edeceğini de idrak etmeliyiz. Daha az enerji, daha az üretmek ve tüketmek anlamına gelir.

Yiyeceklerimizi organik ve yerel olarak yetiştirmeliyiz ve önemli ölçüde az et tüketmeliyiz (ya da hiç tüketmemeliyiz). Daha çok bisiklet kullanmalı ve daha az uçmalıyız; giysilerimizi tamir etmeli, kaynaklarımızı paylaşmalı, atıklarımızı radikal bir şekilde azaltmalıyız. Evlerimizi ve topluluklarımızı sürdürülemez tüketim değil sürdürülebilir üretim mekanları haline getirmek üzere, yaratıcı bir şekilde “banliyöleri yenilemeliyiz”. Bunları yaparken, ekoköy hareketini de aşacak şekilde çıtayı yüksek tutmalı, sürdürülebilirlik konusunda daha koyu bir yeşil keşfetmeliyiz.

Diğer şeylerin yanı sıra bu, hayatlarımızı tutumlu, ölçülü ve maddesel yeterliliğe sahip bir şekilde yaşamak anlamına gelir. Her ne kadar bunu söylemek sıra dışı kalacaksa da, daha az çocuk yapmalıyız yoksa türümüz kendini bir felâketin içine sokuyor olacak.

Ancak kişisel eylemler yeterli kalmıyor. Toplumlarımızı bu “daha sade” yaşam biçimlerini desteklemek ve geliştirmek üzere yeniden yapılandırmamız gerekir. “Tek gezegenlik” yaşama geçiş konusunda “uygun teknoloji” bize yardımcı olmalı. Kimileriyse, teknolojinin hem aynı şekilde yaşamayı sürdürmemize olanak tanıyıp hem de ayak izimizi önemli ölçüde azaltacağını iddia etmekte.

Bununla birlikte, sürdürülebilir yaşam yollarımızı yapmak için gereken “maddi küçülmenin” boyutu en basit ifadesiyle çok büyük. Verimliliği artırmanın yanı sıra, maddesel anlamda daha sade yaşamamız ve tüketici kültürünün ötesindeki iyi bir yaşamı tekrar hayal etmemiz gerekiyor.

Her şeyden önce, “tek gezegenlik” yaşam için, Avustralya da dahil en zengin ülkelerin planlı ekonomik küçülmeye yönelik bir “küçülme” (degrowth) sürecini başlatması gerekiyor.

Bunun gündemde olduğunu iddia etmiyorum ve nasıl ortaya çıkacağına dair ayrıntılı bir planım da yok. Ben sadece, ekolojik ayak izi analizine dayanarak, sürdürülebilirliğin radikal gerektirimlerini anlamak için küçülmenin en mantıklı çerçeve olduğunu iddia ediyorum.

Tüketim ve büyümede inişe geçmek başarıya ulaşabilir mi? Üst üste binen krizlerimizi fırsatlara dönüştürebilir miyiz?

Bunlar, şu dönemimizi tanımlayan sorulardır.

yazının aslını okumak için >>>>