Bir Sayfa Seçin

Şişedeki Meyve Sinekleri

Ernest Partridge, 20 Eylül 2010

Çeviri: Ayda Sevin Küyel

Telif hakkı 2010 Ernest Partridge.

Gün gelir, insan kaderini avucuna alabilir: Birer uşak gibi yaşıyorsak, sevgili Brutus, kabahat yıldızlarımızda değil, kendimizde. – William Shakespeare, Julius Caesar[1]

I

En altında bir kat bal bulunan bir şişeye birkaç meyve sineği koyarsanız, bunlar hızla çok büyük bir sayıya ulaşacak, sonra da kendi atıklarından zehirlenerek aynı hızla birer birer ölecektir. Benzer şekilde, eğer üzüm suyuna birkaç maya hücresi ekleyip şişeyi sıkıca kapatırsanız, hücreler şekeri tüketip alkole dönüştürecek; alkol, seviyesi % 12,5’a ulaştığında tüm mayayı yok edecek, böylece sofraya konmaya hazır bir şarabınız olacaktır.

Meyve sinekleri ve maya bir şişeye konulduklarında ellerinde olmaksızın intihara yönelik hareketler sergiler. Çünkü herhangi bir şeyi “bilecek” en ufak bilişsel donanıma sahip olmadıklarından, bundan başka çareleri yoktur.

İnsanoğlunun ise farklı olduğu öğretilmiştir bizlere: edinmiş olduğu bilgi birikiminden faydalanabildiği, elindeki bulguları değerlendirebildiği ve mantığa başvurabildiği; bu beceri ve başarıları sayesinde de alternatif gelecekler hayal edip, bunların arasından kendi yararına olanları seçebildiği söylenmiştir hep.

Evet, insanoğlu bu yeteneklere sahiptir. Fakat tarihin bize öğrettiği üzere, çoğunlukla bunları ellerinin tersiyle iter ve tıpkı akılsız meyve sinekleri gibi, kayıtsızlığın seyrine körü körüne kaptırıp gider. Örneğin:

  • Birinci Dünya Savaşı muhaliflerinin hiçbiri savaşı istememiştir. Balkanlarda bulunan Avusturyalı bir dükün suikaste kurban gitmesiyle patlak vermiştir savaş. Ve dört yıl sonra on altı milyon insanın ölmesiyle sona erdiğinde, Alman bir politikacı diğerine sormuştur: “Bütün bunlar nasıl oldu?” Diğeri şöyle cevap vermiştir: “Ah ah, bir bilsek!” (Tuchman)
  • Nazilerin Yahudi soykırımı ivme kazandığında, akıllı davranan bazı Yahudiler, arkadaşlarını, işlerini ve tüm mallarını arkalarında bırakarak Almanya’yı terk etmiştir. Diğerleri ise, “Durum o kadar da vahim olamaz, ne de olsa ben sadık bir Almanım,” diye düşünerek olduğu yerde kalmıştır. Ocak 1942’de, Wansee konferansında “nihai çözüm”de karar kılındığında ise, artık çok geç olmuştur.
  • Endüstriyel balık avlama yöntemleri yüzünden avların hem niteliğinde hem de niceliğinde dünya çapında keskin bir düşüş yaşanmıştır. Elizabeth Kolbert’in The New Yorker’da açıkladığı üzere, “1980’lerin sonunda dünya çapındaki toplam av miktarı ortalama 85 milyon ton ile zirveye ulaşmıştı… Son yirmi yıldır ise küresel av miktarı düzenli olarak -yılda 500 bin ton civarında- düşmektedir.” Bu durum, Garrett Hardin’in aynı adlı makalesinde “Ortak Alanların Trajedisi” [Tragedy of the Commons] diye ifade ettiği, “tüm insanların yalnızca kendileri için en iyi çıkar neyse onun peşinden koşarak gittikleri istikamet felâkettir” şeklindeki saptamasının bir örneğidir. Balık avının sınırlanmasına ilişkin dünya çapında bir uzlaşmaya varılarak balık miktarı yeniden sürdürülebilir seviyelere getirilebilir dahi olsa; aşırı balık avlanmasının yanı sıra, iklim değişiminin de söz konusu düşüşte payı olduğuna dair kaygı verici göstergeler bulunmaktadır. (Aşağıda bu konuya daha fazla yer verilmiştir.)

Son olarak, Paskalya Adası örneğini ele alalım. Polinezyalı kaşiflerin Paskalya Adası’nı bulup sömürge haline getirdikleri M.S. 900 civarlarında, burası, kano yapımı, evler, gıda, yakıt, çeşitli halatlar ve dokumacılık için gerekli temel kaynakları sağlayan büyük ağaçlarla dolu tamamen ormanlık bir yerdi. Adalılar bu kaynaklar sayesinde Paskalya Adası’nın meşhur taş heykellerinden (moai) sekiz yüzden fazla yapabilmişti. 1722 yılında buraya gelen ilk Avrupalılar ise, hiç ağacı olmayan çorak bir adayla karşılaştılar. Yüz beş kilometre karelik bir alana sahip bu adada görülmüş olan en yüksek nüfusun otuz bin kadar olduğu tahmin edilmektedir. 1872 yılı itibariyle ise geriye yalnızca yüz on bir adalı kalmıştı (Diamond). Paskalya Adası sakinleri, ormanlarının yok edilmesinin doğuracağı sonuçları önceden görebildiler mi? Eğer göremedilerse, neden? Eğer görebildilerse, neden çok geç olmadan en temel kaynaklarını koruyacak önlemleri almadılar?

Çöküş [Collapse] adlı kitabında Jared Diamond, geleceğin karanlığına işaret edip bizleri canevinden vuracak bir biçimde bu soruları soruyor:

Kendime sık sık, “Son çam ağacını kesen Paskalya Adası sakini bunu yaparken ne demiştir acaba?” diye sorarım. Günümüzde bu işi yapan modern keresteciler gibi, “Ağaç değil, iş kapısı!” diye mi bağırmıştır? Yoksa: “Teknoloji sorunlarımızı çözer, korkuya mahal yok, ağacın yerine geçecek bir şey elbet buluruz” mu demiştir? Ya da, “Paskalya’nın başka bir bölgesinde çam ağaçları olmadığına dair ispatımız yok, daha çok araştırma yapmalıyız; ağaç kesimini yasaklama tasarınız çocukçadır ve korku tellallığı üzerinden işlemektedir” mi?

Tanıdık geliyor mu?

II

Geçmişe göz attığımızda, olağanüstü durumların yaklaşmakta olduğunu önceden görüp de bunların üstesinden gelememiş toplumların kolektif başarısızlıklarının sayısız örneğini görürüz. İleriki bir tarihten bu örneklere geriye dönüp baktığımızda nerede hata yapıldığını anlar ve hayret ederiz: Kendilerini neyin beklediğini nasıl görememiş olabilirler?

O halde, içinde bulunduğumuz zamanda bizlerin ne denli keskin bir ileri görüşe sahip olduğumuzu sorgulamak doğru olacaktır. Gelecek nesillerin bizim için de aynı soruyu sormasına neden olabilecek neler yapıyoruz, ya da neler yapamıyoruz?

Bu soruya benim vereceğim cevap, oldukça moral bozucu olacak: Siyasi liderlerimizin ve şirket yöneticilerimizin gözleri vardır, ama görmüyorlar. Akılları da vardır, ama yaklaşmakta olan felâketleri önceden fark etmek ve bunları engellemek için uygun önlemleri almak şöyle dursun, buna kafa yormuyorlar bile. Şunları düşünün:

  • Liderlerimiz, ev ekonomisi ve küresel ekonomi hususlarında Herbert Stein yasasını görmezden gelmekte ısrar ediyorlar. Bu yasaya göre:  “Bir şey sonsuza kadar devam edemeyecekse, etmez.”  Zenginlik, servet üreticilerinden servet sahiplerine “akmaya” devam ediyor. Günümüzde, ABD milli servetinin üçte biri nüfusun yüzde birinin elinde bulunuyor. “Standard and Poors 500” (S&P 500 borsa endeksi)  listesindeki bir şirketin bir icra kurulu başkanı [CEO] ortalama olarak, yarım günde, şirketindeki orta düzey bir çalışanın bir yılda kazandığından fazlasını kazanıyor. Bu gidişat şayet bir gün duracaksa, bu ne zaman olur? Bir saat içinde mi? Bir dakika sonra mı? Bu arada, süper zenginler ortalama vatandaşlara göre gelirlerinin daha küçük bir kısmını vergi olarak veriyor –ki bu vergiler, altyapı, mahkemeler ve bu zenginlerin servetlerinin bağlı olduğu işçilerin eğitimi için harcanıyor. Milli borç hiç olmadığı kadar yukarılara tırmanır durumda. Ekonomik krize cumhuriyetçilerin “çözüm”ü ne peki? Ağustos 2008’de yaşanan ekonomik çöküşe zemin hazırlayan politikaların aynıları.
  • Ya federal bütçe açığına getirilecek çözüm? Küçük adamı boşver gitsin; sosyal güvenlik, sağlık hizmetleri, sağlık reformu ve eğitimde kesintiye git. Süper zenginlerin vergilerini yükseltmeyi aklından bile geçirme. Yüzde 99’la en altta yer alan bizler, sonunda bir araya gelip Bastille’e hücum edene dek, bu adeletsizliğe daha ne kadar göz yumacağız?
  • Federal bütçenin yarısından fazlası, mevcut ve planlanan savaşlara, ayrıca küresel Amerikan imparatorluğunun –en az yüz otuz yabancı ülkedeki yedi yüzden fazla askeri üs ile- varlığını devam ettirmeye ayrılıyor. Askeri-endüstriyel kompleks, deniz kuvvetleri olmayan bir düşmanla savaşmak için denizaltılar ve uçak gemileri; hava kuvvetleri olmayan bir düşmanla savaşmak içinse jet uçakları üretiyor. ABD askeri bütçesi, kabaca dünyadaki tüm diğer askeri bütçelerin toplamına eşit. Buna rağmen, yok denecek kadar az siyasi, sözde “savunma” bütçesini kısmayı önermeye cesaret edebiliyor. Bu bütçenin, boşa harcanan muazzam miktarlar ile, ayrıca sahtecilik ve yolsuzluk yoluyla, “milli savunma”mıza gerçek ya da hayali “düşmanlar”dan çok daha büyük bir tehdit oluşturduğu kolaylıkla kanıtlanabilir. Peki ya bu nakit paranın bir kısmını, temiz enerji konusunda ar-ge çalışmaları yapmak için kullansak nasıl olur? Ya da gelecek neslin bilim adamları ve mühendislerini yetiştirmeye harcasak? Veya çökmekte olan fiziksel altyapımızı onarmaya? Hiç şüphesiz ki tüm bunlar “milli savunma” meseleleridir. Liderlerimiz bunun farkına varıp gereğini yapacaklar mı? Günümüz siyasi/ekonomik/medya çevrelerine bakacak olursak, buna ihtimal bile yok.
  • Modern endüstriyel toplumun varlığı petrole bağlı; bu şüphe götürmez bir gerçek. Endüstriyel toplumlarda insanlar kelimenin tam anlamıyla “petrolü yiyorlar.” Petrol ürünleri, suni gübre ve böcek ilacı üretiminde, çiftçilik teçhizatlarının çalıştırılmasında ve besinlerin şehirlere dağıtımında kullanılıyor. ABD’de nüfusun yaklaşık yüzde ikisinin gıda üretiminde payı var: Bir tarım işçisi sayesinde elli Amerikan vatandaşının ve yurtdışındaki daha fazla sayıda insanın karnı doyuyor. Hâl böyle iken, ekolojist Kenneth Watt’ın tahminlerine göre, 19. yüzyılın petrole dayalı olmayan tarım yöntemleri ile dünya nüfusunun bir ilâ dört milyarını beslemek mümkündü. Bu nedenle “insanlık”, diyor Watt, “her yönüyle çok riskli bir kumar oynamaya başladı”; öyle ki, petrol tükendiğinde bir şekilde başka bir enerji kaynağına erişilebileceği varsayılıyor. Oysa bu zaman geldiğinde, şu anda yedi milyara yaklaşmakta olan insan nüfusu da on milyarı geçmiş olabilir.

Hiç kimse henüz ortaya çıkmamış olan ham petrol kaynaklarının sınırsız olduğunu iddia edemez. Bu konudaki tartışmalar, geride kalan rezervlere ilişkin çeşitli tahminlere odaklanıyor. Petrol çıkarmak gitgide daha maliyetli oluyor ve geriye tek bir damla petrol kaldığında, bunu elde etmek için gerekecek enerji miktarı, damlanın kendisinin içerdiği enerjiden daha fazla olacak. Bazı uzmanlar “petrolün zirve noktasında” bulunduğumuzu, yani azami petrol üretiminin tam da günümüzde yapılmakta olduğunu öne sürüyor.

Peki petrol sonunda gerçekten de tükenirse, o zaman ne olacak? Eğer başka enerji kaynakları yoksa veya bütünüyle etkin olarak kullanımda değillerse, savaşlar ve kitlesel açlıklar meydana geleceği kesin. Böylesi bir faciayı önlemeye ilişkin mevcut girişimler hem sayıca az olduğundan, hem de bunlar için şimdiden geç kalınmış olduğundan, yetersizler. Amerikan Kongresi’ni tam anlamıyla elinde tutan büyük petrol şirketleri, kendilerine rakip olacak seçeneklerin özendirilmesine arka çıkmak istemiyorlar.

Öte yandan, kamuoyuna ve siyasi düzlemdeki eylemsizliğe tamamen kayıtsız olan atmosfer, ısınmaya devam ediyor; Rusya’da geniş çaplı orman yangınlarına, Pakistan ve Iowa’da sellere, Amerika’nın güneybatısında kuraklığa, Grönland’da buz tabakasının incelmesine, deniz seviyesinin artmasına neden olup, gelecekte daha da fazla dehşet yaratmaya hazırlanıyor.

Oberlin Üniversitesi’nde çalışan ekolojist David Orr, iklim değişimine bilgiye dayalı ve etkin bir cevap verilmesine olanak tanımayan siyasi ve kurumsal direnişe olan öfkesini bastırmıyor:

“Böylesi bir tutumu tanımlayacak kelimemiz yok… Sahip olduğumuz tüm dillerin, kavramların veya kanunların açıklayabileceğinin ötesinde bir suçtur bu. Bütün insanlık projesini tehlikeye atan bir suçtur. Ve bizler, insanlık projesinin tamamının feci şekilde başarısızlığa uğramasına geçit veren eylemsizliğe karşı koymayı âdeta beceremedik. Bilim topluluğunun konuya ilişkin fikir birliği ortada olduğuna göre … başlıca eylem neden eylemsizlik oldu, bu gerçekten de akla hayale sığmıyor.” (vurgu çevirmenin)

Son olarak da, fazla dikkat çekmemiş, fakat hepimizin içindeki şeytanın ödünü kopartması gereken bir haber bülteni: Kanadalı bilim adamlarının bulgularına göre, okyanuslardaki bitkisel organizmaların (fitoplankton) sayısı 1950’den bu yana yüzde kırk azaldı ve yılda yüzde birlik bir oranla azalmaya da devam ediyor. Küresel ısınmanın başlıca nedeni olabilecek bu olay, küresel ısınmadan bile daha ciddi boyuttaki bir felâketin habercisi de olabilir.

Peki neden mikroskopik bitkilerin akıbeti bizi ilgilendirsin ki? Çünkü fitoplanktonlar okyanus ekosisteminin temelidir –tüm deniz yaşamını ayakta tutan gıda piramidinin en altında yer alırlar. Fitoplanktonlar olmazsa balıklar da olmaz ve denizler biyolojik çöllere dönüşür.

Üstelik en kötüsü bu da değil. Dünyadaki atmosferik oksijenin yarısını fitoplanktonlar üretir ve havaya âdeta fışkırttığımız tehlikeli miktardaki karbondioksidi emerler. Bu da, ne bir yerde okumuş ne de duymuş olduğum bir soruyu getiriyor akla: Fitoplanktonların yok olması hepimizin boğulmasına neden olabilir mi? Oksijen olmazsa, hepimiz ölürüz. Açık ve net. Hani öfke? Hani alarm zilleri? Bu eğilimi tersine döndürmek için herhangi bir tasarı var mı? Yok eğer fitoplanktonların sağladığı oksijen olmadan da hayatta kalabileceğimizi düşünüyorsanız, rica ederim bunun nasıl mümkün olacağını söyleyin bize.

Belki de Kanadalı bilim adamları yanılıyordur. O zaman, tehdit altında bulunan insanlık olarak, fikir ayrılığı içindeki bilim adamlarından bizlere kanıtlarını sunmalarını ve bu durumun aksini ispat etmelerini istiyoruz. Bu araştırmanın seyri ne şekilde ilerleyecek olursa olsun, çürütülemez bir gerçek var: Kaderimiz, karşı konulmaz şekilde fitoplanktonlarınkine bağlı.

III

Tıpkı şişedeki meyve sinekleri gibi bizleri de kontrolümüz dışındaki (kontrolümüz dışında, çünkü politik süreçlerimize egemen olan ve kamuoyunu yanlış yönlendiren medyanın da sahibi olan, şuursuz ekonomik çıkar sahiplerini alt edemiyoruz) güçlerin belirlediği korkunç bir gelecek mi beklemektedir?

Üzülerek, gidişatın bu yönde olduğunu düşünüyorum. Ama buna tamamen ikna olmuş da değilim; çünkü tarihte, toplumların ve ulusların felâketler karşısında sorumlu davranabildiğini gösteren örnekler de bulunuyor.

  • 6 Aralık 1941 tarihinde, Amerikan halkının büyük bir kısmı barış yanlısı idi ve “şu yabancı savaşlar”a girmemizi istemiyordu. İki gün sonra ise aynı halk, Başkan Roosevelt’in savaş ilan etmesini sonuna kadar destekler oldu. Ve, o zaman için dünyanın en güçsüz ordularından biri olan Amerikan ordusu, aylarca süren toptan seferberlik ile dünyanın en güçlü ordusu haline geldi.
  • Fizikçi Sherwood Rowland ve Mario Molina 1974 yılında Nature adlı bilim dergisinde, atmosferik ozon tabakasının aşınmasını yapay kimyasal bileşenler olan klorofluorokarbonlar ile ilişkilendiren bir makale yayınladığında, kimya endüstrisi, bu insanların tezini çürütmek için var gücüyle bir halkla ilişkiler kampanyasına girişti. Fakat en sonunda bilim çevresinin oybirliği üstün geldi ve söz konusu kimyasal maddelerin üretimini ve atmosfere salımını yasaklayan Montreal Protokolü 1989 yılında imzalandı. Molina, keşfinden ötürü Paul Crutzen ile birlikte 1995 Nobel Kimya Ödülü’ne layık görüldü.
  • Amerikalı başhekim Luther Terry 1964 yılında sigara içilmesinin akciğer kanserine yol açtığını öne süren kapsamlı bir hükümet raporu yayınladı. Tütün endüstrisi Terrry’ye iddiasının aksini ispat etmeye çalışan yarı-bilimsel bir yaylım ateşiyle karşılık verdi. Şimdi iyi haber: Tıp çevrelerinin ve kamu yararına çalışan grupların durmak bilmeyen çabaları sonucunda, acı gerçek tütün endüstrisinin halkla ilişkiler kampanyalarını ezip geçti. 1965 yılında, yetişkin Amerikalıların % 42’si sigara tiryakisiydi. 2005 yılında, Amerikalı sigara tiryakilerinin sayısı bu rakamın yarısından aza indi.
  • Mark Twain, “bir imparatorluğu yabancı ülkelerde, bir cumhuriyeti de evde sürdürümezsiniz” diye yazmıştı. Chalmers Johnson da aynı fikirde: “İmparatorluğa karşı demokrasi…” Altmış yıl önce bu ikisi arasında bir seçim yapmak zorunda kalan İngiltere, demokrasiyi tercih etti. ABD’nin seçimini ne yönde yapacağını ise zaman gösterecek. Fakat şu an için göstergeler demokrasi yönünde değil.
  • Dünyadaki en yüksek nüfus yoğunluklarından birine sahip olan Japonya, topraklarının %74’ünün ormanlık halde kalmasını sağlayabildi –ki bu rakam, tüm birinci dünya ülkeleri arasındaki en yüksek yüzdedir. (Diamond)
  • Fosil yakıtların halkla ilişkiler canavarı, Amerikan halkını ve siyasetçilerini yenilenebilir enerji kaynaklarının “kullanışsız” ve “çok pahalı” olduğuna ikna etme çalışmalarına devam ederken; Danimarka, İzlanda, Almanya ve Çin gibi yabancı ülkeler, alternatif enerjiler konusunda yaptıkları araştırma, geliştirme ve düzenlemelerde hızla ilerleme kaydediyor. Güneşten elde edilen enerjinin kömürden elde edilene göre daha maliyetli oldu doğrudur. Ancak ar-ge çalışmalarının ilerlemesi sayesinde, fosil yakıt fiyatları artarken, güneş enerjisinin maliyeti düşüşe geçmektedir. Yakın gelecekte her iki fiyat eğrisi çakışacak ve bu olduğunda da kömürle üretilen elektriğin miadı dolmuş olacak. Aslında, sağlık ve çevresel etkiler gibi “dış” faktörler hesaba katıldığında, fosil yakıtlardan elde edilen enerji, mevcut durumda bile rüzgâr ve güneş enerjisinden çok daha pahalıdır. Avrupa ve Çin’in Amerikan endüstrisine mesajı şudur: Liderlik et, izle, ya da yoldan çekil. Ne olursa olsun, senden gelecek cevabı bekliyor değiliz!

Jared Diamond’ın kitabı Çöküş [Collapse], dünyanın çeşitli yerlerindeki toplumların (Paskalya Adası, Kolomb öncesi Orta ve Kuzey Amerika, Grönland) kendilerine kaynak sağlayan çevrelerin pervasızca yok edilmesiyle nasıl parçalandığını anlatan, anıt niteliğinde bir çalışma. Diamond her şeye rağmen kitabının son sayfasında kapanışı umut dolu sözlerle yapıyor: “Bizlerden uzakta olan ve geçmişte yaşamış insanların hatalarından ders alabiliriz. Bu, daha önceki hiçbir toplumun bu denli yakalamadığı bir fırsattır.”

Bu fırsatı kaçırıp kaçırmayacağımızı zaman gösterecek.

IV

Birkaç şirketin sınırsız bütçelere sahip halkla ilişkiler dâhileri, Amerikan halkının büyük kısmını, Saddam Hüseyin’in kitle imha silahlarına sahip olduğuna ve El Kaide ile işbirliği yaptığına; kendi başkanlarının yabancı uyruklu ve Müslüman olduğuna; küresel ısınmanın da, onları buna itenin ne olduğu hala bilinmeyen iklim bilimciler arasında yapılmış, kötü niyetli ve büyük çaplı gizli bir anlaşmanın ürünü olan bir aldatmaca olduğuna inandırdılar. Aynı dâhiler şimdi de, enerji, ekonomi ve çevre ile ilgili sorunlarımızın çözümünün, bu krizlere en başta neden olmuş politikaları sürdürmek olduğuna bizleri ikna etme görevini üstlenmiş bulunuyorlar.

Tabii ki, bu durum, deliliğin klinik tanımından başka bir şey değil. Ve Albert Einstein’in atom bombası hakkındaki düşüncesini alıntılayacak olursak, herşey “değişti… düşünce biçimimiz ise aynı kaldı, nitekim eşi benzeri olmayan felâketlere doğru sürükleniyoruz.”

“Aynından biraz daha” politikasının doğrudan sonucu, bu politikadan çıkar sağlamış olanların uçsuz bucaksız servetlerinin ve siyasi güçlerinin güvence altına alınması olacaktır. Yok olmakta olan orta sınıfı ve genişlemekte olan köle sınıfını oluşturan %99’luk bizler ise, kaderimize terk edilmiş durumdayız. Fakat elbette ki yarının oligarşi yöneticileri ve hırsızkratları (kleptokrat) da eninde sonunda kapıda bekleyen facialarla yok olup gidecekler.

Bütün bunların önüne geçmek için, işte size birkaç hayatta kalma stratejisi:

  • Kendinizi bir delikte bulduğunuzda, daha fazla kazmaya çalışmayın. Eğer bir uçuruma doğru gidiyorsanız, durun ve yön değiştirin.
  • “Başarılı teknoloji için gerçekler halka ilişkilere üstün tutulmalıdır; çünkü doğa kandırılamaz.” (Richard Feynman) Gerçeği bulmak ve doğrulamak için en iyi yol bilimdir. Ustalıkla ve merhametsizce uygulandığında, propaganda bütün bir milleti aldatabilir. Fakat temel fizik yasalarını hükümsüz kılamaz. “Gerçekler”, demiştir John Adams, “inatçı şeylerdir.”
  • “Modern hayatın koşulları içinde mutlak olan bir gerçek vardır: [Bir millet] eğitilmiş zekâya kıymet vermediği sürece, yok olmaya mahkumdur. Devlet okullarının işlerliğini bozan, üniversitelerini zayıflatan ve parlak gençlerine ileri düzey eğitimi ulaşılmaz kılan bir millet, toplu olarak intihara teşebbüs etmekte olan bir milletir.” “Eğer bir millet hem cahil hem de özgür olmayı bekliyorsa,… hiçbir zaman olmamış ve de hiçbir zaman olmayacak bir şeyi istiyor demektir.” (Thomas Jefferson).
  • Kamu yararını destekleyin. Tüm kişisel çıkarların toplamından daha belirgin olan kamusal ve toplumsal faydalar vardır. Ayn Rand, “‘halk’ diye bir şey yoktur, halk yalnızca bir dizi bireyden ibarettir” diye beyan ederken, son derece ciddi ve tehlikeli biçimde yanılıyordu. Tam aksine; tek tek kişiler için iyi olan, herkes için iyi olmayabilir. Birlikte ayaktayız, ayrılırsak düşeriz.
  • Hiçbir medeni toplum, hukukun egemenliği ve kanunların uygulanması için yaptırımları olmaksızın varolamamıştır; yani, hükümeti olmayan hiçbir toplum görülmemiştir. O halde, hükümet olması ya da olmaması arasında değil, daha kötü ve daha iyi hükümetler arasında bir seçim yapılmalıdır –ayrıcalıklı azınlık için olan ve bu azınlığın yanındaki hükümet; ya da halk için ve halkın yanında olan hükümet arasında. “…Bu hakları güvence altına almak amacıyla, insanlar kendi aralarında yönetimler kurarlar.”
  • Oy pusulası, demokrasinin can damarıdır. Vatandaşların oy pusulaları gizli olmalı, oyların sayılmasında kullanılan yöntem ise gizli olmamalıdır. Oyların sayılması ve birleştirilmesi işi de, parti yandaşı özel şirketlerin elinde olmamalıdır. Doğrulanamayan oy, geçersizdir. ABD’deki son seçimlerde hile yapıldığına dair çok sayıda kanıt olmasına rağmen, politikacılar soruşturma yapmayı, medya da bu kanıtları sunmayı reddetmiştir.
  • Özgür bir toplumda, kamu görevi, yasama ve adli kararlar alıp satılamaz. “Özelleştirilmiş halkçı hükümet” deyimi, tezat barındırmaktadır. Özelleştirilmiş bir hükümet ile serbest piyasa birlikteliğinin kaçınılmaz sonucu, oligarşi ve despotizmdir. Cumhuriyetimizin kurucuları, bağımsızlığımızı ilan ettikleri sırada, böylesi bir gidişatın çaresini açıkça belirtmişlerdir: “Sürekli aynı amaca yönelik, uzun bir yolsuzluklar ve zorbalıklar silsilesi, ulusu, mutlak bir despotizme sürüklemek niyetini açığa vurursa, o zaman böyle bir yönetimi koltuğundan atmak ve gelecekteki güvenlikleri için yeni koruyucular seçmek, o ulusun hakkı ve görevidir.”

Önümüzdeki görev çok önemlidir ve sonucunun ne olacağı belirsizdir. Açıkçası ben, insanlığın korkutucu ve uzun sürecek karanlık bir çağa adım atmakta olduğunu düşünen kötümserlerin görüşlerini paylaşma eğilimindeyim.

Kendimizi, benim gibi kötümserlerin mutlak suretle yanılıyor olduğunu kanıtlamaya adamaktan daha önemli bir ödevimiz bulunmamaktadır. Yüce Andrei Sakharov’un ifade ettiği gibi:

“Gerçekleştirmenin hiçbir yolunu göremediğinizde bile, idealler yaratmanız gerekir; çünkü idealler olmadan umut da olmaz ve işte o zaman insan çıkışı görülmeyen bir açmazın zifirî karanlığına gömülür.”

Yazının orjinali: http://permaculture.org.au/2010/09/20/fruit-flies-in-a-bottle/


[1] Shakespeare, William. Julius Caesar, çev. Sabahattin Eyüboğlu.  Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları: 2007. Perde I, Sahne II, s. 12.