Bir Sayfa Seçin

yazan: hira d.

Hepimiz içimizde bir yerde gayet iyi biliyoruz ki, derin bir kriz dönemindeyiz. Kâh yediklerimizin tuhaflığından, kâh etrafımızda dolaşan kanser illetinden, kâh ekonomik darboğazlardan, kâh dünyanın genel gidişatından dolayı içimizde bir huzursuzluk bulutu dolanıyor. Hayatlarımızı kolaylaştırdığı iddiasındaki bilim ve teknolojideki baş döndürücü ilerlemeler bünyede ağır metalik bir tat bırakıyor. Borsanın gizli ellerce döndürülen çarklarının hayatlarımızdaki yansımalarını çaresizce izliyoruz. Uzaydaki uydu-gözlerin göremeyeceği bir delik, küresel ekonomi ağının endekleyemeyeceği insani bir arzu kalmadı artık. Yerkürenin her bir taşı, her bir otu, her bir canına hisse senedine dönüştürülebilirliği kadar varoluş hakkı tanınmakta. Tam anlamıyla kuşatma altındayız.

Dizginlerinden boşanmış bu gidişin tehlikelerine çok önceden dikkati çeken, bununla kalmayıp somut, uygulanabilir alternatifler yaratma derdindeki Permakültür, kendini öncelikle vicdani ve etik bir hareket olarak ortaya koyar. Diğer bütün eleştirel kuramlardan farkı da tamamen eyleme odaklanmasıdır; insanlığın aklını yitirmişçesine, kendi ayağına kurşun sıkarcasına dört koldan yerküreye, evine ve bizzat diğer insanlara, kardeşlerine yönelik saldırıları karşısında artık kaybedilebilecek tek bir saniye bile kalmadı zira. Zaman her birimizin etik, vicdani bir karar alarak kendi varoluşumuz ve çocuklarımızın geleceği için harekete geçme, evimize ve kardeşlerimize karşı sorumlu davranma zamanıdır.

Peki eylemlerimizde hangi etik ilkelere, nasıl bir felsefeye dayanabiliriz? Bill Mollison Permakültürün sırtını yaslayacağı etik ilkeleri belirlerken, kendine mihenk noktası olarak, bir arada yaşama ustası kadim toplulukların ilkelerini alır. Dünyanın çeşitli yerlerinde bu tür toplulukların ortak olarak aşağı yukarı 18 ilkeye uyduğunu saptar. Bu ilkeleri üzerinde herkesin üzerinde uzlaşabileceği en temel 3 ana ilkede ifade eder. Bu ilkeler, görüleceği gibi, birazcık vicdan sahibi, birazcık aklı başında herkesin kolaylıkla kabullenebileceği ve sahiplenebileceği ilkelerdir ve de en temelde “bütünlük” anlayışına, yerkürenin, içindeki bütün canlılar ve cansızlarla bir bütün olduğu bilincine dayanır.

Permakültürün 3 Etik İlkesi:

1) Dünyayı Gözetme: Özetle, dünyadaki bütün canlı ve cansız unsurların, sistemlerin korunup kollanması; varlıklarını sürdürmelerinin ve çoğalabilmelerinin sağlanması.

Çok basit gibi görünen bu ilke aslında derin bir kavrayışı ifade eder. Bu ilke, öncelikle, yaşama saygıya ve yaşamın olduğu gibi kabullenilmesine karşılık gelir. Doğadaki bütün unsurların, her şeyin bir yeri, karşılığı vardır; insan sınırlı aklıyla bu karmaşık, bütüncül ilişkileri kavrayamayabilir, ama her ne varsa, mevcutsa, bunu sırf var olduğu için kabullenmek durumundadır. Yaşam, insan aklının tam olarak bilemeyeceği son derece karmaşık ve hassas dengeler üzerine kuruludur; bizim de içinden çıktığımız ve mutlak surette tabi olduğumuz doğal dünya ve onun yasalarına saygı göstermek, hayatta kalmamızın yegane şartıdır.

Oysa günümüzdeki manzara, “bu dünyada yaşama hakkımızı bu dünyayı fethetme hakkına doğru genişlettiğimizi”[1] ortaya koymakta. Özellikle son yüz yıldır kendimizi “doğa”dan ayrı tutma ve doğanın yasalarını görmezden gelme sevdasındayız, sanki böyle bir şey mümkünmüş gibi.

Burada unutulmaması gereken bütünden kopmamızın mümkün olmadığı. Şu basit bilgiyi, hayatta kalmamız için kurup kurabileceğimiz bütün sistemlerin doğal sistemlere göbekten bağlı olduğunu unuttuk adeta. Ve doğal sistemler çok karmaşık bir karşılıklı bağımlılık ilişkisine dayanır. İnsanlık olarak yazgımız canlı ve cansız bütün varlıkların yazgısıyla iç içedir; “yaptıklarımız sonucu bitki ve hayvan türlerinin yok olmasına yol açtığımızda, kendi türümüzün hayatta kalma olasılıklarını da azaltmış oluruz”[2]. Dev bir fanusla kaplı kentlerde, hemen her şeyin bilim ve teknoloji sayesinde yaratıldığı ve doğaya artık hiçbir ihtiyacımızın kalmadığı o bilimkurgu düşü, düşten ziyade bir karabasana karşılık gelir.

Bu çerçevede Permakültür insanlığın kademe kademe elini yabandan çekmesini ve yaban hayatın kendini iyileştirmesine olanak tanınmasını önerir. Tasarım kavramının bu denli öne çıkması da tamamen bu anlayışla ilgilidir: insanın varolması için ihtiyaç duyduğu şeyleri asgari arazi ölçeğinde mümkün olan azami miktarda üretebilmek, bu sayede de doğal alanları kendi hallerine bırakabilmek için tasarım bilgisi elzemdir.

Burada ufak bir parantez açmalı; bazı “doğaseverler” var ki, mevcut bütün sorunlardan tamamen insanı sorumlu tutmakta ve bu işi insanlıktan nefret etmeye vardırmakta. Bu, sorunun kaynağını belli bazı eylemlere, kişilere, toplumsal yapılanmalar ve ilişkilere bakmak yerine, bir tür insanlığı suçlama aymazlığıdır. Sanki şu insanlığı bir ortadan kaldırabilsek, bütün sorunlar kendi kendine çözülebilecek! Permakültür “eko faşizm” olarak nitelendirdiği[3] bu anlayıştan (bu kendini bilmezlikten!) kendini kati surette ayırır. Buradaki yüceltilmiş doğa anlayışı da iblis insan tasavvuru da son derece insanmerkezli kavramlardır nihayetinde. Bu yaklaşımda insanın doğanın organik, koparılamaz bir parçası olduğu unutulmakta. Permakültüre göre insan doğadaki (şu an için) yaptıkları en büyük etki yaratan canlıdır; bu ona ne hiyerarşinin tepesine çıkma ne de kendini hor görme hakkı verir. Tarihte pek çok toplum doğayla uyumlu ilişkiler kurarak hayatını sürdürmüş, uygarlıklar kurmuştur; günümüzde sorunlar yaratan insan çözümleri de bulacak unsurdur. Dünyanın ve insanlığın hayrına çalışacak sistemler, düzenekler kurmak mümkündür; bütün coğrafyalarda, insanların bütün ihtiyaçlarının karşılanabileceği sürdürülebilir sistemleri kuracak bilgi, teknoloji ve donanıma sahibiz. O halde mesele her türlü toplumsal tasarımı gezegenim bütünlüğünü gözeterek gerçekleştirmekte, bunun önündeki başlıca engel olan ekonomik ve erk kaynaklı düzenler yerine toplumsal ilişkilerin yeniden inşasında yatmaktadır.[4]

2) İnsanları Gözetme: İnsanların varlıklarını sürdürmeleri için gereken kaynaklara eşit ve adil bir şekilde ulaşabilmelerinin sağlanması.

Belki insanlığın yerleşik düzene geçmesinden, yani yönetici, asker ve din adamı sınıflarının ortaya çıkmasından beri insan toplumlarında adalet ve eşitlik kavramları tartışılagelmekte. Mollison insanları kamplara ayırıcı değil birleştirici bir anlayışı yeşertmek istediğinden ve bir kısırdöngü görünümü sunan mevcut tartışmaların bir parçası haline gelmek istemediğinden, bu konuda düşündüklerini biraz üstü kapalı bir şekilde dile getirir. Kökeni Darwin’e atfedilen, canlı türlerinin işleyiş mantığının rekabete dayalı olduğu fikri ve buradan çıkan “Büyük balık küçük balığı yer” ya da “Her koyun kendi bacağından asılır” anlayışları Permakültüre göre gerçeği yansıtmaz. Her şeyden önce doğanın mutlak surette çeşitliliğe, karşılıklı bağımlılığa ve karşılıklı fayda ilkelerine göre işlediğinin altını çizmek gerek. Sağlıklı topluluklar da ancak bu ilkeler çerçevesinde dayanışmayı beceren, grup bilinci, yardımlaşma ve diğerinin faydasını kollayan bir anlayışla, topluluktaki her bir bireyin bütün temel ihtiyaçlarını karşılayabilen oluşumlardır.

Tarihi şimdilik bir yana bırakırsak, günümüz ülkelerinin çoğu bir avuç şirketin sınırsız bir kâr ve bir avuç insanın sınır tanımaz bir iktidar elde etmesine yönelik, toplumsal fayda ve bireysel tatminin esamesinin okunmadığı sistemlerin etrafında dönmekte. Hiçbir etik ilke taşımayan sınırsız kâr arzusu beraberinde sınırsız üretim ve tüketim anlayışını getirmekte, bu da bütün enerjilerin bu amaçlar doğrultusunda kullanılmasını getirmekte. Permakültür bu noktada “refah” kavramını baştan tanımlanması gerektiğini savunur. Günümüzün tamamen spekülasyonlara yönelik, maddi karşılığı olmayan, kapalı kapılar ardından yönlendirilen borsa ekonomisinin zenginlik ve “büyüme” anlayışı yerine, şu “refah” anlayışını koyar: Bir topluluktaki her bireyin temel ihtiyaçlarının -temiz hava, temiz su, temiz/besleyici gıda, makul ölçüde barınma, geçimini “doğru” ve yaratıcı bir şekilde sağlama ve de tatminkâr insani ilişkiler kurma- karşılanabilmesi. Günümüzde, bütün bu ihtiyaçları her türlü iklimde ve coğrafyalarda herkese yetecek kadar karşılayabilecek bilgiye, teknolojiye, donanıma sahibiz.

Öyleyse mesele, toplumsal sistemleri bu refah anlayışını gerçekleştirecek bir yapıya kavuşturma; yani kendi kendine yeterli, ihtiyaç duyduğu enerjiyi kendi içinde karşılayabilen sistemler kurma meselesidir. Karar alma, kaynakların kullanımı ve ekonomik ilişkiler mekanizmalarında bu ihtiyaçlara yönelik yeni, kapsamlı değişimler yaratmamız gerekiyor. Bu olmadıkça istikrarlı bir toplumsal düzen sağlanamayacak.

3) Büyümenin Sınırlandırılması ve Artı Değerin Paylaşımı: Nüfus ve tüketimin sınırlandırılması ve de ortaya çıkan bütün “artı değerin” 1. ve 2. ilke için kullanılması.

– Nüfusun Sınırlandırılması: İnsanlık olarak son asırda anormal bir büyüme içindeyiz. Anormal çünkü insanlık tarihi 18. yüzyılın sonuna dek hep belli bir oranda, çok hafifçe yükselen bir eğride çoğaldı. 1 milyara ilk kez 1830’larda ulaştık. Sanayi Devrimi sonrasında nüfus artışı hızlanmaya başladı; 1930’da, yani sadece 100 yılda nüfusumuz ikiye katlandı. Sonrasında nüfus sayımız hızla katlandı ve günümüzde 7 milyara dayandık. Bunda elbette sadece doğurganlığın artışı değil, tıpta yaşanan ilerlemeler sonucu özellikle bebek/çocuk ölümlerinin azalması ve insan ömrünün uzamasının da payı var. Merceği yaklaştırdığımızda ise, bu patlamanın önce sömürgeci ülkelerin asker ihtiyacından, sonrasında da kapitalist sistemin düşük ücretli işçi ve kalabalık tüketici kitlesi yaratma arzusundan kaynaklandığını saptamak mümkün.

Bu keskin nüfus artışı beraberinde diğer canlıların hızla yok olmasına neden oluyor; yayıldıkça doğal yaşam alanlarını yok ediyoruz. Kesin bir olgu mevcut: Doğa hiçbir türün diğer türlere baskın gelecek şekilde çoğalmasına ve yayılmasına izin vermez. Bu kurala şimdilik bilim ve teknolojimizle meydan okumaktayız, ancak son yıllarda arka arkaya yaşanan çeşitli doğa olayları ve afetler bu meydan okumanın pek uzun soluklu olmayacağını gösteriyor. Bugünün 7 milyarı 2100’ün 12 milyarıdır; bu da kıtlıklar, toplumsal huzursuzluklar ve savaşlar demektir. Dünya bu kadar insanı kaldıramaz.[5] Küçülmek durumundayız! Permakültür şu olguya dikkat çeker: Biyoloji bilimi bize canlı toplulukları yok olma stresine girdiğinde çok fazla ürediğini gösterir. Nitekim, nüfus artışının en düşük olduğu yerler “gelişmiş”, istikrarlı ülkeler, en yüksek olduğu yerler de her çeşit yoksunluğun ağır yaşandığı ülkelerdir. Yeni tanımıyla “refah”ın sağlandığı, böylelikle istikrarın sağlandığı yerlerde nüfusun da istikrarlı bir seyir izleyeceğini düşünüyoruz.

– Tüketimin Sınırlandırılması: Kapitalizmin girdiği yeni evrede tam bir çarka hapsolduk; şirketlerin de hükmünü kaybettiği bu dönemde, müthiş bir rekabet içindeki sermaye grupları sürekli büyümek mecburiyetinde. Bunun tek yolu da sürekli yeni şirketler satın alarak sürekli yeni ihtiyaçlar “yaratmaları” ve kesintisiz satış yapmaları anlamına geliyor. Sermaye gruplarının ağzı, sesi konumundaki medyanın dört koldan diziler, filmlerle önümüze attığı rol modelleri hep aynı mesajı veriyor: İnsan tükettikçe güzeldir! Buradaki aymazlık çok açık; dünyaya sonsuz, hiç tükenmeyecek bir banka hesabı muamelesi yapılmakta. Şu an yaptığımız, bu hesaptan sürekli para çekmek, ama hesaba para yatırmamaktır. Bu çark, elbette, sınır tanımaz bir kaynak kullanımına -ormanlar, nehirler, temiz hava, insan emeği, topraklar, vb.- dayanıyor, dur durak bilmez bir kirlilik ve sosyal ilişkilerde onarılamaz dengesizlikler yaratıyor. Bu kısırdöngü ekonomik krizler olarak patladığında da, çözüm olarak bizden yine aynı şey talep ediliyor: Daha çok tüketin! Artık en bağnaz medya yayınları bile şu basit olguya dikkat çekmekte: Bugün Çin ve Hindistan’ın (giderek sayıları artan) orta sınıfı ABD’deki orta sınıfın sürdüğü hayatı yaşamak istese, kaynak itibariyle bunun gibi en az 3 dünyaya daha ihtiyaç olacaktır! Bu kısırdöngünün dışına çıkmak, gerçek ihtiyaçlarımızı sürdürülebilir, evladiyelik sistemler içinde karşılamak durumundayız.

O halde, Permakültür, insan topluluklarının bütün temel ihtiyaçlarının doğadan en az aldığı kadarını geri verecek şekilde karşılanabilmesine yönelik sistemler tasarlamanın adıdır. Permakültür anlayışı kullanıldığında, ufak topluluklarda yaklaşık 5 yıl içinde kullanım fazlası bile oluşmaktadır. Bu noktada da 3. ilke, yani kullanım fazlasının 1. ve 2. ilke uğruna  başka toplulukların yararına kullanılması devreye girer. Enerji, besin, bilgi, su, vb. ortaya çıkardığımız artı değerin benzer amaçlar için çabalayan insanlar ve toplulukların kullanımına açılmalıdır.

“Bir tasarımın, faaliyetin Permakültür olarak nitelendirilebilmesi için bu 3 ilkenin bulunması şarttır!”[6]


[1] Designer’s Manual, Bill Mollison, sf. 1 (Tagari, 1988).

[2] Designer’s Manual, Bill Mollison, sf. 3 (Tagari, 1988).

[3] “Ekofaşizm” terimi çok farklı çevrelerde, çok farklı anlamlarda uzun süredir kullanılmakta. Şimdilik bu tartışmalara girmeden, terimi (İstanbul’da 2010’da verdiği Permakültür Tasarım Sertifikası Kursu sırasında) bizzat Bill Mollison ve Geoff Lawton’ın kullandığı şekliyle, yani “doğa”yı ülküselleştirerek içini boşaltan, yaşanan sorunları da tek tek toplumlara, kurumlara, ekonomik ilişkilere değil de tür olarak insanın habisliğine bağlayan, sürekli doğaya, “doğallığa” methiyeler düzüp insani olan her şeye lanet okuyan anlayışları ifade etmek üzere kullanıyorum.

[4] Konuyla ilgili Türkçe bir tartışma için (görüşlerinin hepsine katılmasam da) Şadi İdem’in “Neden ‘sol-ideolojik’ bir düşünceye ihtiyacımız var” başlıklı yazısına bakılabilir (Birikim, sayı 216, sf. 13-21).

[5] Akla tabii hemen, o zamana teknoloji ilerler ve başka dünyalara gideriz, fikri geliyor. Mollison’ın cevabı açıktır: “Ne zaman ki bütün dünyanın güvenliği sağlanır, işte o zaman uzayı ya da okyanusları keşfetmeye hak kazanırız. Verimli ve güvenli bir dünya topluluğu kurabildiğimizi ortaya koyana dek, ne başka bir yere ait olabiliriz, ne de (korkarım) herhangi bir yerde hoş karşılanırız.” (Designer’s Manual, sf. 508).

[6] Geoff Lawton, Permakültür Tasarım Sertifikası Kursu, İstanbul 2010.