Bir Sayfa Seçin

Holmgren’e göre Petrol Zirvesi hâlâ Demoklesin kılıcı gibi küresel kapitalizmin tepesinde sallanmakta; ancak son 5-6 yıldır enerji sektörü çok derin petrol yatakları, kaya gazı, katran kumulları petrolü gibi çıkarması daha maliyetli, daha çok enerji gerektiren kaynaklara, biyoyakıt seçeneklerine (ki bunun gıda fiyatlarını yükseltmesi, tarım alanlarının çok daha hızlı yok edilişi gibi feci sonuçları oldu) yöneldi ve de kömür, doğal gaz gibi eski kaynakları giderek artan miktarlarda kullanma yolunu seçti. Sonuçta, Çin, Hindistan gibi hızla büyüyen ülkelerin endüstriyel hamleleriyle birlikte, sera gaz salımları en kötü senaryoları bile sollamış durumda.
Holmgren iklim değişikliğiyle uğraşan bilim adamları ve aktivistlerin, sera gazı salımını düşürmeye yönelik önlemlerin alınmasına yönelik her alanda yıllar süren çalışmaları ve çabalarından sonra genelde havlu attığı fikrinde. Eylemlerinin günün sonunda pek bir değişim yaratamadığının farkındalar (bunun son kanıtı Kopenhag Zirvesi oldu).

Holmgren’e göre, sera gazının etkilerini kırmaya yönelik önlemlerin işlerliği için zaman giderek daralırken, tam tersine küresel ölçekte tüketim giderek artmakta. 2010’da 70 milyar ton doğal kaynak tüketilmişken, 2050’de, 9 milyarlık bir nüfus yaklaşık 270 milyar tonluk doğal kaynak tüketecek.

Holmgren Yeşil Tekno senaryosu için artık muhtemelen çok geç kalındığı ve Kahverengi Tekno senaryosu daha şimdiden ortaya çıkmaya başladığı görüşünde. Ama en azından, sündürülmüş bir Kahverengi Tekno senaryosu çerçevesinde, doğanın zorlayıcı unsurları iklimde 4 ila 6 derecelik bir artış getirip insanlığı bir fırına tıkmadan ve kaynakların yok olmasıyla merkezi Kahverengi Tekno yönetimlerin çöküp bir Mad Max dünyası ortaya çıkmadan önce, iklim değişiminin aşırı boyutlarda tırmanmasını önlemek hâlâ mümkün olabilir. [Buradaki “sündürülme” durumu, yeni bulunan kaynaklar nedeniyle ekonomide “ani çöküş” olmaması, mevcut durumun biraz daha dayanmasından kaynaklanacak].

Tüm bu gelişmeler Holmgren’i odağını daha çok para piyasalarına, ekonomik istikrara ve “balon piyasalara” yöneltmesine yol açar. Küresel ekonomideki gelişmelerin ve iniş çıkışların kısa vadede ne kadar büyük etkiler yaratabileceğini daha iyi anladığını belirtir. Görünüşe bakılırsa küresel ve ülkesel ölçekte gerçek bir değişim ve sera gazı salımlarında ciddi bir düşüş ancak ekonomide yaşanan daralmalar ve tüketimin dibe vurması ile yaşanacaktır. Yönetimler ya da büyük şirketler çeşitli önlemler almaya yanaşmadığına göre; sadece küresel ekonomik sistemlerde yaşanacak bir çöküş insanlığı ve cendereye soktuğumuz diğer canlıları kurtarabilir gibi gözüküyor.

Holmgren’e göre bunun örnekleri 70’lerde, 80’lerde yaşanan ekonomik buhran dönemlerinde arz ve taleplerdeki düşüşle birlikte sera gazı salımının ciddi oranlardaki düşüşüdür. Bugünkü ortamda da, sera gazı salımında ciddi bir düşüşü en güçlü ve en hızlı şekilde ancak, yaşanacak ekonomik daralmalarla tüketim miktarının hızla inmesi ve ekonomilerin “Thatcher/Reagan devrimi” önceki ölçeklerine geri dönmesi ile mümkün olacaktır.

Holmgren gelecekte düşük enerjili ekonomilerin öne çıkmasının her türlü senaryoda zaten kaçınılmaz olduğu, mevcut koşullarda bundaki ilk ciddi adımın küresel ekonominin çöküşü olabileceği fikrinde. 2008 krizinden sonra zaten piyasa son derece hassaslaşmış durumda. Merkez bankalarının, şirketler ve “balon piyasaların” -mesnetsiz yatırımlarla yarattıkları- birikegelen borçlarını hanelere tahvil etmesiyle bu kriz bir şekilde geçiştirildi. Ancak artık orta sınıfların piyasalara olan güveni pamuk ipliğine bağlı. Yaşanacak bir kriz merkez bankalarının ve devletlerin en korktuğu durum olan deflasyonist eğilimleri azdırabilir. Deflasyon durumunun piyasada yaratacağı yıkılan iskambil kağıdı etkisi, dev enerji şirketlerinin yeni mega projelerini sürdürmelerini sağlayacak gelirlerden yoksun kalmaları anlamına gelecek.

Holmgren önümüzdeki 5 yılda kapsamlı bir küresel ekonomik krizin yaşanma olasılığını %50 olarak görmekte. Bu noktada şu soruyu gündeme getirir: Küresel ekonomide bir krizi alevlendirmek, teşvik etmek bir seçenek olarak görülebilir mi?

Burada hemen 2. soru doğuyor: Diyelim bu bir seçenek olarak görüldü, bunu gerçekleştirmek ne kadar mümkün? Holmgren’e göre eğer küresel orta sınıfın diyelim %10’u harcamalarında %50 kısıntıya gider ve mal varlıklarının %50’sini bankalardan çekip hane refahı ve yerel toplulukların çıkarına yönelik olarak kullanmaya başlasa, varlıklı ülkelerde %5’lik bir daralma, bankalarda kredi verilebilecek rezervlerde %5’lik bir düşüş ortaya çıkar. Bu düşüşün etkileri yıkıcı olabilir; nitekim ABD’deki mortgage krizi de gayrımenkullere yönelik ufak bir talep düşüşüyle tetiklenmişti.

Kitleleri ikna ederek sistemi değiştirmek çok zorken, ufak bir kitleyi ikna edip büyük bir etki yaratmak daha olası olabilir. Holmgren krizi tetikleyerek bile isteye bir çöküş yaratma fikrini korkunç bulanlara, bu ekonomik çöküşün zaten eli kulağında olduğunu hatırlatır. [Bu sorunun ahlaksallığına dair şu notu düşer: toplumların ölçü aşırılığı tüm uyarılara rağmen öyle sınır aştı ki, burada böyle bir soruyu sorar ya da talepte bulunurken, kimin “hayır” kimin “şerden” bahsettiğini saptamak çok da kolay değil]. İklim değişikliğinin katastrofik sillelerini yemeden önce, toptan bir yıkımın milyonlarca insanın hayatını almasından önce, daha ılımlı ve altından kalkılabilir bir ekonomik yıkım ehveni şer olabilir.

Bu fikri akıldışı ve insanlık dışı bulanlara, küresel mali sistemin ve bunun pençesindeki yönetimlerin dünyanın karşı karşıya olduğu krizi yumuşatmaya yönelik uygulamalara başlamaktansa, kaya tuzuna, kömür yataklarına yatırım yapmasının ne derece akılcı ve etik olduğu sorar.

Permakültürcülerin, “Dönüşüm Kentleri” (Transition Towns) hareketinin ve benzer aktivistlerin çabaları, diğer insanları borçlanmamaya, küçülmeye, tüketimi kısmaya ve somut yerel kapasiteye yatırım yapmaya teşvik edebilir. Bütün bu insanlar çöküş sürecini atlatabilirse, çöküş sonrası düşük enerjili bir toplumun kurulmasına büyük katkı sağlayabilir. Zaten mal varlıklarını yıkıcı merkezi sistemlere (bankalara, borsalara, petrokimya sektörüne, uluslarötesi şirketlere, kitleleri sistemli şekilde yoksullaştıran yönetimlere) aktarmaktan vazgeçip hane ve topluluk gelişiminin desteklenmesine yöneltmenin, sağlam etik, felsefi ve pratik dayanakları mevcut. Parayı neden silah üreticileri yerine etik yatırımlara aktarmayalım, diye sorar.

“En güçlü değişim, küresel finansın gıda zincirinden kaynaklarımızı koparıp, bu kaynakları yerelin ta kendisine yatırdığımızda gerçekleşir”

Holmgren’e göre, özellikle finans ağının en kıyısındaki, somut kaynaklarla (su, odun, gıda..) daha yakın ilişkiler içindeki kırsal kesim toplulukları, enerji düşük bir topluma geçiş sürecinde hem daha avantajlı konumda olacak hem de bunların sayısı giderek artacak.

Yatırımları ve mali kaynakları gerçek insanların kontrolündeki, denetime açık, etik temelli, katılımcı kooperatiflere, yerel kredi birliklerine, yereli güçlendirmeye yönelik güvenilir STK’lara aktarmak akılcı bir seçenek olacak.

[Holmgren mevcut Enerji Toplumunda ekonomik yapılanmanın %85’i resmi ekonominin (%40’ı büyük şirketler, %25’i işletmeler, %20’si kurumsal yapılar olarak), geri kalanınınsa gayrıresmi ekonomilerin (%10’u hane ve %5’i de topluluk kaynaklı) oluşturduğunu belirtir.
Düşük Enerjili bir toplumda ise, gayrıresmi ekonominin (hane ve topluluk) payını %70’lerde öngörür.]

Ayrıca, piyasa daralmaları ve riskli yatırımlarla çalışan büyük mali kurumların darboğaza girmelerinin yaşanacağı bir dönemde, vatandaşların paralarını bankalardan çekip ellerinde nakit olarak tutmaları, hem soysuz ve kötü işleyen sistemlerden desteği çekmek hem de bireylerin ayakta kalmalarını sağlamak anlamına gelecek. Bu parayı yerel ekonomilere aktarmak toplulukların ayakta kalmasını sağlayacak. Mevcut yapının iklim felaketlerini önlemede yetersiz kalacağı aşikar olduğuna göre, en iyisi desteği hemen şimdi çekmek.

Nakitlerin “fiyata” dayalı para birimlerinden alınıp yerel ticarete ve alternatif para birimlerine aktarımı riski yayacak, yerel ekonomileri pekiştirecek ve merkezi yönetimlerin gücünü düşürecek. Bunun mal ve hizmetlerin doğrudan takas edilmesi, armağan ekonomisi gibi ilişkilerle desteklenmesi, topluluk dayanışmasını artıracak, refahın adil paylaşımına olanak tanıyacak.

Ayrıca, hazır ürünler yerine el emeğine yönelim kaçınılmaz hale gelecek. Bu gerçek koşullara dayalı gerçek üretim, yereli destekleyecek; paranın görünmez ellere geçmesini önleyecek. Fosil yakıta olan gereksinimi düşürecek. Bütün bunlar aslında kötü işleyen merkezi sistemlerin boykot edilmesi anlamına geliyor.

Holmgren’e göre, süreç -otoriter devletlerin yönetimindeki, sistemdışı ve otonom unsurları desteklemenin giderek zorlaşacağı- Kahverengi Tekno geleceğin giderek kaçınılmazlaşışına doğru ilerlediğine göre, ister bir mali çöküşe yol açsın ister açmasın, merkezi sistemlere paralel sistemler kurmak ve yıkıcı merkezi anaakımdan kopmaya yönelik radikal eylemlere bir an önce girişmek akılcı ve etik bir gereklilik olarak duruyor. 11 Eylül sonrası giderek otoritesini artıran devletlerde, ekonomik daralma dönemine girildiğinde alternatif ekonomilere ulaşmak resmen yasaklanabilir (şu an ise ulaşılabilmekte).

Oysa, bir felaket döneminde, merkezi kontrol yapılanması ve önlemlerin tepeden alınması, topluluklar ve insanları güçsüzleştirmekte. Felaketlerin en iyi önlemi ademi merkeziyetçi düzeylerde, toplulukların kendine yetme, karar alma ve savunma oluşturabilme becerilerinin geliştirilmesi. Felaketlerden sonra ayağa kalkmak ancak kendine güven ve karşılıklı yardımlaşma ile olacak; çok güçlü yönetimlerin “görevlilerinin” yardımları, önlemleri ile değil. Ancak, krizler derinleştikçe, çaresiz hisseden insanlar yönetimlerden işleri yoluna koymasını talep etmekte; bu da yönetimleri daha sert, radikal önlemler uygulamaya mecbur kılacak.

Dolayısıyla, Holmgren’e göre henüz bu “sert”, dayatmacı önlemler alınmamışken ve henüz yapabiliyorken, on yıllarca sürebilecek olan Kahverengi senaryoya alternatif olacak paralel sistemleri kurmak için şu an elimizden geleni yapmalıyız. Etkin alternatifleri -daralma geçiren ananakımın katı önlemleri yaymaya başlamasıyla aynı esnada- hızla inşa etmeyi başabilirsek, giderek daha çok sayıda kişi bu yerel topluluklara katılabilir ve merkezi kontrollü sistemlerden ayrılan çalışanlar/tüketiciler çöküşü hızlandırabilir. Sonuçta da salınımlarda çok hızlı düşüş sağlanabilir. Bu çöküş büyük bir kitlesel şoka yol açacak; ama ardından gelecek kapsamlı iyileştirme çalışmaları, Kahverengi Tekno ya da Cankurtaran dünyalarında olması beklenmeyecek şekilde, daha insani ve etik ilkelere dayanarak yapılabilecek. Görece daha ılımlı bir iklim değişimi “bahçe tarımına” ve yabani otlatmalara olanak tanıyabilecek; endüstriyel sistemden kalma teçhizat ve altyapı yaratıcı kullanımlar için gereken malzemeleri sunabilecek. Sonuçta Yeryüzü Bakıcılığı senaryosu anaakıma dönüşebilecek.

Her koşulda, eğer olacaksa Yeryüzü Bakıcılığı senaryosuna büyük acılar ve kayıplardan geçen bir yoldan varılacak. Ama iklim dönüşümü döneminin en kötü etkileri Kahverengi Tekno’nun diktacı milliyetçiliği ve ekonomilerince yumuşatıldıkça, bu durum kaynak tüketimini daha da hızlandırarak uzun vadede çok daha büyük acılara yol açacak.

Holmgren’e göre bu yaklaşımda dünyayı kurtarmak üzere değil; kişisel, ailevi ve topluluksal direnci (dönüşümlerde ayakta kalabilme gücünü) oluşturmak üzere harekete geçiliyor. Ama bundan geniş çaplı sonuçlar ortaya çıkabiliyor. Dolayısıyla, iktidarı ele geçirmeye yönelik siyasi eylemlerden ayrı bir düzlemde, ayrı bir yaklaşımla, çok işlevli stratejiler benimseyerek çok güçlü siyasi etkiler yaratılabiliyor.

Holmgren şunu da hatırlatmakta: Dönüşüme hane ve topluluk bazında başlamak, a) kapsamlı modeller için işleyen örnek uygulama modelleri sunuyor; b) hane ve topluluklar ayakları üstünde durabildikçe, merkezi çıkarların engellemelerine daha rahat dayanabiliyor.

Permakültür, Transition Town girişimleri, bu tarz stratejiler sayede küçük ölçekli oluşumları yönetimlerin, şirketlerin ve hatta STK’ların desteği olmaksızın kısa sürede ortaya koydu. Çünkü bunlar iç içe geçmiş çok boyutlu bir ilişkiler ağı üstüne kurulmakta. Günümüzde bile Permakültür ilkelerinin ve gönüllü sadelik anlayışının benimsenmesi hanelerde %50 ila 80 arasında salınım azalmasını sağlayabilmekte.

Holmgren makalesinin sonunda, bu satırların keskinliğinin kimilerinin tepkisini çekebileceğini, tamamen ters bir etki yaratabileceğini, hatta yazarının teröristlikle ya da delilikle suçlanabileceğini söylüyor. Elbette, Permakültürün “soruna değil çözüme odaklanmak” yaklaşımı çerçevesinde genelde yapıldığı gibi, anlatıda olumluya, başarılara odaklanmak çok daha cezbedicidir. Ama gerek politika değişimleri sağlamaya yönelik kitlesel hareketlerin etkisizliği, gerek ortalama vatandaşın konforundan vazgeçmekteki isteksizliği, gerek yönetimlerin halklarında bir “gerileme/küçülme” duygusu yaratmamak üzere önlemler almaya, küçülmeye yanaşmaması/risklere girememesi, gerekse de belli şirketler, ürünler ya da yönetimlerin boykot edilmesinin tüketim sorununu yeni biçimlere evriltmekten başka pek bir işe yaramaması nedeniyle; bu konuları tartışmaya açmanın, umutsuz durumdaki iklim ve siyasi aktivistlerini enerjilerini Permakültür, Dönüşüm Kentleri, gönüllü sadelik ve benzeri “olumlu ekolojistlere” yöneltmesini sağlayabileceğini düşünmekte. Amacının finans sistemi teröristliğini değil, eli toprakta “terra-istleri” (dünyaseverleri) özendirmek olduğunu belirtiyor.

Holmgren’in makalesi şu adresten okunabilir:

Crash on Demand: Welcome to the Brown Tech Future

**

Bir sonraki yazıda Holmgren’in makalesine Nicole Foss’un verdiği yanıtı özetlemeye ya da çevirmeye çalışacağız.