Bir Sayfa Seçin

Toprağın Öyküsü

Yazar: Rob Avis (çeviri: Timuçin Şahin)

 

Toprakla “toz toprak” arasındaki fark nedir?

 

Toprak canlıdır. “Toz toprak” ise ölü. Bir çay kaşığı toprak milyarlarca mikroskobik bakteri, mantar, tekhücreli ve nematod içerebilir. Bir avuç dolusu toprak sayısız toprak solucanı, eklembacaklı ve gözle görülebilen başka sürünen yaratıklara ev sahipliği yapar. Sağlıklı toprak, karmaşık bir yaşam topluluğudur ve aslında biyoçeşitlilik açısından gezegenimizdeki en zengin ekosisteme destek sağlar.

Modern toprak bilimi, bu milyarlarca canlı organizmanın sürekli faaliyet halinde olduğunu, toprak yapısını yarattığını, besinler ürettiğini ve hastalıklara karşı savunma sistemleri kurduğunu gösteriyor. Hatta toprak topluluğunun sağlığının, bitkilerimiz, yiyeceklerimiz ve bedenlerimizin sağlığının da anahtarı olduğunu kanıtlıyor.

O halde neden konvansiyonel tarım sistemindeki gıdaların çoğu “toz toprağın” içinde yetişiyor? Bu cansız toprağın içinde yetişen bitkiler, gübre ve biyosit girdilerine, zaman içinde su kalitesini, toprak sağılığını ve besin içeriğini yok eden kimyasallara bağımlılar.

Bu noktaya nereden geldik? Bunu nasıl geri çevirebiliriz? İşte Toprağın Öyküsü…

Toprağın Alt Üst Edilmesi ve Sürülmesi

Her şey yaklaşık 10,000 yıl önce insanların, tarım adı verilen deneyde tarlaları sürmesiyle başladı. Yerleşik hayata geçenler, tarlayı sürdükleri zaman ekinlerinin daha hızlı büyüdüğünü fark etti. Bu olumlu sonuca dayanarak toprak sürmenin olumlu olduğunda karar kılındı ve daha çok tarla alt üst edildi. Ancak gerçekte topraktaki bakteriler, mantarlar ve eklembacaklılar biyolojide kilit konumdaki besin maddesi sağlayıcılardır. Örneğin bakterilerin %90’ı azottan meydana gelmektedir. Toprağı sürmek, içindeki yaşamı öldürmekte, bunun sonucunda çevredeki bitkiler için eani ve düzensiz besin maddesi değişimlerine neden olmaktaydı. Zaman içinde tüm toprak mikroplarının ölmesiyle, toprak doğal haliyle yaşamı destekleyemez hale geldi ve çiftçiler daha verimli topraklara göç etmek durumunda kaldı. Böylece tarımsal örüntü ortaya çıktı: ormansızlaştır, sür, sula, tuzlandır, çölleştir, başka yere geç.

Asitin Sentezlenmesi Dünyayı Nasıl Değiştirdi

Bundan yaklaşık 150 yıl önce insanlar sülfürik asiti sentezlemeyi keşfetti. Asitin sentezlenmesi endüstriyel tarımda büyük bir ilerlemeye yol açtı: kayaç mineralleri suda çözünebilir hale getirme becerisine. Bu, azot (N), potasyum (P) ve fosfor (K) gibi makro-besinlerin bitkiler tarafından alınabilecek şekilde toprağa katılabilmesi anlamına geliyordu.

Asitin, petrolle hemen hemen aynı zamanda ortaya çıkışı, suda çözünebilen tuz-bazlı minerallerin kullanımıyla birlikte daha sert, hızlı ve büyük ölçekte toprak sürmenin ortaya çıkışı demekti. Ve yine, bu kadar fazla üreten bir sistemle ilgili ne yanlış olabilirdi ki?

Bitkiler ve Kökleri

Bitkiler iki ana kök tipine sahiptir: kazık kökler ve saçak kökler. Kazık kökler bitkinin su ihtiyacının karşılanmasından sorumludur. Toprak, bitkileri kendiliğinden beslemez veya mineral vermez (kalsiyum, magnezyum vs.), dolayısıyla bitkinin mineralleri almak için toprak biyotası ile bir “ticaret” yapması gerekir – bu, saçak köklerin temel işlevidir. Bu nedenle, saçak kökler mineral tüccarlarıdır, kendilerinin etrafında rizosfer adı verilen, toprak biyotası için yaşam alanı oluşturan bir ortam yaratırlar.

Fotosentez süreciyle bitkiler, salgılar (şekerler) üretir ve bu şekerlerin yarısını beslenme ve topraktaki biyolojiyle alışveriş yapmaya ayırır. Bitki belli bir minerale, mesela kalsiyuma ihtiyaç duyduğu zaman, ona kalsiyum verecek biyotaya salgılama yapar. Bu, bitkilerin biyotayı, biyotanın da bitkileri desteklediği bir ortakyaşam (simbiyoz) sürecidir.

O halde, toprağı sürerek biyota ve toprak mikroorganizmalarını öldürürseniz, bitki, mineralleri nasıl alır? Bunun endüstriyel çözümü kazık kökleri mineralle beslemek, yani suya suda çözünebilen erimiş mineralleri, diğer bir adıyla suni gübreyi eklemektir. Azot, potasyum ve fosfor gübresinin (NPK) ortaya çıkışı, bitkilerimizi yetiştirmek için bir toprak biyolojisi bankasına bağlı kalmamız gerekmediği anlamına geliyordu. İstediğimiz oranda makro-besin ekleyip bitkilerimizi hiç olmadığı kadar hızlı ve çabuk yetiştirebilirdik – gittikçe cansızlaşan toprağın içinde…

Hiç hayatınızda bir sümüklüböceğe tuz döktünüz mü? Bunu yapınca ne olur? Tuz, yaratığın hücre çeperinde büyük bir ozmotik basınç yaratır ve sonucu ölüm olur. Bu benzetme, tuz bazlı gübreler kullanıldığında toprak biyolojisinin başına neler geldiğini anlatmakta kullanılabilir (belirtmek gerekir ki tüm suni gübreler mineral tuzu bazlıdır). Yani, geniş tarım alanlarında uygulanan gübreleme ile oluşan tuzlanma, biyolojinin tamamen ölmesini kaçınılmaz kılar. Gübre uygulamaya devam ettiğimiz sürece yaşamın geri dönmesine hiçbir şans bırakmamış oluyoruz.

Toprakta yaşam olmayınca doğal mineral alışverişi gerçekleşemez. Bununla beraber, bitkiler kazık köklerinden mineral çorbası içmeye zorlandıkça, genelinde sağlıklı olan bir kök yapısı oluşturmak için daha az enerji sarf ederler. Gübre, artık bağımlılık yapan bir uyuşturucu haline gelmiş durumdadır. Toprak biyotasını yok etmiş, ekosistem içinde bu işlevin yerini almıştır ve artık sürekli olarak uygulanmak zorundadır. Gübre piyasasını her kim kontrol ederse adeta bir kokain satıcısının yaptığı gibi pazardaki payını garantiye alır.

Aşağı Giden Sarmal

50’lerin sonundan itibaren çiftçiler rekor seviyede NPK kullandı, traktörler hızla gelişti ve dünyadaki topraklar hızla ölüme sürüklendiler. Monokültür ekinler, toprağı ağır biçimde sürme, sulama ve suni gübrelerin kullanımı, toprağı öldürüyor ve bitkilerimizi zayıf kılıp, kimyasallara bağımlı hale getiriyordu. Bu tek tür obez ve hasta bitkiler, haşereler için bir açık büfeye dönüştü, bozulup tükenmiş topraklar öncü türler (örneğin yabani otlar) için büyük bir fırsata dönüştü.

Kimyasal Şirketleri, “Dert etmeyin!” diye açıklama yaptı, “bunun için de bir çözümümüz var, bize tüm bu sorunları yaratan haşereleri ve iğrenç yabani otları öldürelim!” – böylece pestisit ve herbisitler ortaya çıktı.

Faydalı mantar popülasyonunu destekleyebilecek sağlıklı topraklar olmayınca çiftçiler için sıradaki sorun mantar sorunu oldu. “Sıradaki çözüm” ise mantar ilaçları uygulamaktı!

Şimdi ise elimizde sadece bitkileri ayakta tutmaya yarayan ölü, asitli ve tuzlanmış topraklar kaldı.

Yabani Otlar ve Bize Anlattıkları

Karbon, yaşamın temel taşıdır. Her toprakbilimci, bahçeci veya çiftçi size karbonsuz toprağın ölü bir toprak olduğunu söyleyebillir. Karbon ve azot 30:1 oranında birleşmeyi sever ve çoğu bahçeci fazla karbon karıştırmanın (malç veya saman gibi) mevcut azotu azaltacağını bilir. Bunun tersi de geçerlidir, fazla azot (gübre formunda) aslında topraktaki karbon seviyesini düşürür. Karbon olmazsa mantarlar besin kaynağı bulamaz ve ölür. Toprak çöker, sıkışmış ölü toprağa dönüşüp, anaerobik (oksijensiz) koşullara geçer. Sonraki adım, kendini iyileştirmeye çalışan hasta bir sistemi gösteren doğal işaretlerdir: yabani otlar, haşereler ve erozyon.

Toprak yüzeyinde biten yabani otların, topraktaki bir duruma karşılık ortaya çıktıkları kanıtlanmıştır. Örneğin, kazayağı ve kenger, yüksek nitrat oranına sahip topraklarda (yani geçmişinde gübre kullanımı görmüş tarlalarda), eğreltiotları ve pijik (sorık, hülpe) (imperata cylindrica) potasyum eksikliği çeken topraklarda (yani yanmış topraklarda) yetişir. Dolayısıyla, herbisidlere boğduğumuz bu tarımsal yabani otların çoğu aslında ekolojik bir işleve sahiptir. Clubroot hastalığı (turpgillere özgü bir hastalık), karahindiba, peygamber çiçeği (mavi kantaron), kuş otu ve sirken, aşırı azot ve anaerobik koşulların göstergesi olup üst topraktaki karbon seviyesini artırmaya çalışırlar.

Bunlar gibi yabani otlar toprak biyolojisi ilişkilerine pek fazla fotosentez enerjisi dağıtmaz, bunun yerine binlerce tohum ve bol miktarda karbon üretirler – bir diğer deyişle yabani otlar hızlı karbonlaşma gidişatıdır. Toprak, içindeki karbon miktarı arttıkça, mantar bağdaşımları ve bakteri nüfusunu destekleyebilecek hale gelerek ardıllığın bir sonraki seviyesini teşvik etmeye ve sağlığını geri kazanmaya başlar. Hızlı büyüyen yabani otlar ve haşere saldırıları, doğada tek türlülüğü ortadan kaldıran ve biyoçeşitliliği arttıran mekanizmalardır. Eğer gerçekten otları ve haşereleri durdurmak istiyorsak, öncelikle onların neden orada olduklarını anlamamız gerekir. Yabani otlar bize, toprağı nasıl düzeltebileceğimize ve bu düzeltme sürecini hızlandırabilecek teknikleri nasıl geliştirebileceğimize dair fikirler verir. Örneğin, eğer kengerler biyoçeşitli yaşamın geri dönebilmesi için toprağı geliştirmeye çalışıyorsa, toprak geliştirme sürecini, toprağa doğru bitkileri ve yaşamı geri vererek hızlandırabiliriz.

Örüntüler Kendini Tekrarlar

Bizi en başta bu noktaya getiren örüntüyü görmek yerine, onu en başından yanlış kavrayan sisteme güvenmeye eğilimindeyiz. Endüstriyel tarımdaki karşı önlemlerin tümü, neyin yanlış olduğuna dair hep çok dar anlayışlara dayanır. Bir sorunun belirtileriyle başa çıkabilmek için bir karar alındığında, ikinci nesil sorunlar ortaya çıkmıştır. Şimdi, bozulmuş/ölü toprağın içinde yetişecek bitkileri icat edip melezleştirdiğimiz ve de yiyeceklerimizi pestisitlere, herbisitlere ve suni gübreye dirençli olacak şekilde genetik açıdan değiştirdiğimiz noktada bulunuyoruz. Ancak kimyasalların kullanımı ekosistemin doğal ardıllığını hiçbir şekilde durdurmamakta, saati ölüme ya da çöle doğru geriye çevirmektedir.

Kişisel olarak, toprak ile kimyasal tarım endüstrisi ve insan ile ecza endüstrisinin örüntüsünün aynı oluşunu oldukça ilginç buluyorum. Belirtileri iyileştir, “tedavi” patentini al ve sağlıksızlıktan kâr sağla. Geçtiğimiz yüz yıldaki yoğun tarım uygulamaları sonrası sağlıklı toprağın yavaşça gerçekleşen ölümünün, insanlardaki hastalıklar, bozukluklar ve mineral eksiklikleriyle doğrudan ilişkilendirilebileceğini düşünüyorum.

Çok sevdiğim bir çiftçinin eski bir sözü vardır: “Ölen şeyleri büyütmek ve yaşamak isteyen şeyleri öldürmekten bıktım”. Doğanın tek yapmak istediği şey yaşamakken bizim öldürmek için çıktığımız bu arayışta harcadığımız enerji ve para bana çok şaşırtıcı geliyor. Eğer şu anda otları, haşereleri ve mantarları öldürmeye giden milyarlarca doları, yaşamı güçlendiren süreçlere harcayıp, doğaya karşı çalışmak yerine, onunla beraber çalışsaydık dünyanın nasıl görüneceğini bir hayal edin. Mevcut sisteme baktıkça, toprak üzerinde egemenlik kurma arayışımızın, bir kıtlık sistemini sürekli kılıyor olduğunu fark edersiniz. Hiçbir zaman olmadığı kadar ihtiyacımız olan şey, bolluğu ve yaşamı destekleyen bir sisteme yönelik yeni örnekler yaratmaktır.

Şanslıyız ki yeni bir paradigma var: Toprak biliminin bir dalı olan Toprak Besin Ağı. “Trust Nature”dan (Doğaya Güven) Paul Taylor, 30 yılı aşkın süredir organik çiftçilik yapıyor ve aerobik (havalı) kompost ve kompost çayının üç yıl kadar kısa bir sürede ölü, bozulmuş toprağı yaşam dolu, hayat sunan toprağa çevirdiğini gösteren pek çok örnekten yalnızca biri. Yaşam döngüsü biyosit döngüsünün yerini alıyor. Su döngüsünü düzenleyen su hasadı biçimleri tasarlayıp, kompost ile biyoloji bilimini uyguladığımızda alacağımız sonuçların mucizeden farkı yok. Doğa geri gelmek istiyor ve ona birazcık yardımcı olmak zorundayız. En iyisi de şu, Permakültür bunu gerçek kılmak için gereken tüm tasarım gereçlerini bize veriyor.

Yazının orijinal adresi:

http://permaculture.org.au/2010/06/17/the-story-of-soil/