Bir Sayfa Seçin

Kaçınılmaz dönüşüm ve Permakültür – Mustafa F. Bakır

Bu yazı ilk olarak Yeşil Atlas‘ta yayınlanmıştır.

“Tüm gerçekler üç evreden geçerler. Önce alay konusu olurlar, sonra şiddetli bir tepkiye maruz kalırlar ve son olarak da kendi kendinin kanıtı olarak herkesce kabul edilirler.”

“Çoğu gerçek sadece kimsenin sorunu ele alacak ve üstüne gidecek cesareti bulamamasından dolayı ortaya çıkmamaktadır.”

Arthur Schopenhauer

“İnsanoğlunun en büyük yetersizliği bileşik faizin gücünü kavrayamamasıdır.”

Dr. Albert Bartlett


Nesnel gerçeklerin ve bu gerçeklerin insanın dünya üzerindeki gündelik yaşamı açısından anlamlarının olabildiği kadar kısa ve öz halleriyle ifade edilmeleri çoğumuz üzerinde adeta bir kehanet, ruhani ya da inanç dünyasına dair bir açıklama dinliyormuşuz etkisi yaratır. Bilimsel bir temeli yokmuş gibi gözüken bu tür ifadelere çoğu zaman güler geçeriz, alışkanlıklarımızı veya başka bir deyişle mevcut durumu tehdit ettiklerini düşündüğümüzde de şiddetle karşı çıkarız. Bunların çoğu zaman egemen ve çağdaş dünya görüşümüzün merceğinden gericilik, ilerleme/kalkınma düşmanlığı, muhafazakarlık ya da en hafif tabirle folklör veya atasözü yani bir şekliyle “eskilerin masalları” olarak algılanmalarının sebebini yine aynı egemen, kartezyen dünya görüşünün dışında aramak doğru olmaz.

Çoğunlukla Newton ve Descartes’ın temellerini attığı (aslında ilk tohum, tarım ve yerleşik düzene geçiş sürecinde atılmıştır) bu paradigma, doğa ve toplumun hem birbirinden ayrılarak hem de kendi içlerinde bölünüp birbirinden bağımsız parçalar olarak incelenebilecekleri ve mekanik bir şekilde işledikleri kabulü üzerine inşa edilmiştir. Kurumsal yapılar karmaşıklaşarak, uzmanlıklara bölünerek ve verimsizleşerek büyümüştür. Bu dünya görüşünde, bilgi ve bilim tümevarım esasına göre biriktirilir ve yapılır. Bu bakışı o kadar içselleştirmişizdir ki başka türlü bir durumla karşılaştığımızda, mesela okuma yazma dahi bilmeyen, yani bize göre cahil, yaşlı bir göçerin veya köylünün bilgece bir cümleyle açıkladığı temel ve aslında oldukça da nesnel ve nedensel bir gerçeği anlayamayız, böyle şeyleri neden ve nereden uydurduğunu bilemeyiz ve içimizden, biraz da onun adına hicap duyarak, haline acıyarak gülümseriz. Bu ariflerin torunları ve çocukları bile onların bu halinden utanırlar. Söylenen sözün anlamını ve değerini fark edebilenlerin dahi dünyayı aynı çerçeveden değerlendirmek dışında bir şansları olmadığından, bu “cahil” insanın o sonuca varabilmesini bir mucize olarak değerlendirirler; bu deneyimi hafızalarında “bilgelik” etiketli, içeriği muğlak bir çekmeceye koyup kapatırlar ve hayatlarına hiçbir şey olmamış gibi devam ederler. Başka bir bilme biçimi tanımayız. Dünyayı kavrayışımız tepetaklaktır, algımız perdelidir ama buna rağmen egemen paradigmanın standartlarına göre eğitim düzeyimiz, ekonomik ve sosyal statümüz ölçeğinde kendimizi üstün görür ve kibirleniriz.

Durum değişmektedir. Artık bildiğimiz şekliyle medeniyetin ve kartezyen egemen dünya görüşünün sonu gelmiştir. Bunun açıklaması olabildiğince sade iki cümleyle yapılabilir:

  1. Sınırlı bir dünyada, varlığı sınırsız büyümeye muhtaç bir sistem sürdürülemez.
  2. Sürdürülemeyecek olan şeyin sonu gelir.Alıştığımız ve çoğumuzun da farkında olmadan putlaştırdığı birçok şey gözlerimizin önünde dönüşecektir ve dönüşmektedir. Mevcut ekonomi büyümeye devam etmeyecektir, çünkü edemeyecektir. Çeşitli önlemlerle, yamalarla büyümeye devam etmesi sağlanabilir, ama bu ileriki bir tarihte daha büyük ve çok daha fazla sayıda insan için korkunç sonuçları olacak bir çöküşe neden olacaktır. Mevcut ekonomi, nesnel kaynaklara değil borca dayanır ve bileşik faizle katlanarak artan borcu karşılayacak derecede katlanarak artacak bir kaynak birikimi yoktur. (Bugüne kadar katlanarak artan talebe, katlanarak artan petrol üretimi cevap verebildiği için sınırsız büyüme ve ilerleme/kalkınma fantazisi çoğumuzu sarhoş etmeye devam edebilmiştir, ama talep katlanarak artmaya devam ettiği halde artık petrol üretimi artmamaktadır.) Bu, borcun farklı ölçeklerde ve sistemin farklı noktalarında ödenememesiyle ve bununla bağlantılı şiddet olaylarıyla sonuçlanır. Bu artık sıklıkla gördüğümüz bir şeydir (örn. Yunanistan’daki olaylar) ve bu koşullar altında kaçınılmazdır. Bu olaylar sistemin ölümünün ve buna eşlik eden doğal ve kaçınılmaz dönüşümün semptomlarıdır. Bu gerçeği reddettikçe ve dönüşümü geciktirdikçe, bu olayların ölçeği de şiddeti de artacaktır. Bu dönüşüme direnç gösterirsek bizi, çocuklarımızı ve torunlarımızı büyük acılar beklemektedir. Kıtlığın, mahrumiyetin ve bunlardan kaynaklı çatışmaların eşiğindeyiz. Gerçek anlamda cehaletin; koparılamaz, ayrılamaz parçası olduğumuz doğaya, üzerinde yaşadığımız dünyaya, diğer insanlara ve canlılara zarar vermeden yaşamayı başaramamak olduğu çok yakında çoğumuz tarafından kabul görecektir. Bu farkındalığı takiben eğitim anlayışımız da dönüşecektir.Bir kaynak kullanıldıkça azalmaktaysa bir gün tükenir. Kaynak tüketmeye dayalı bir kültür sürdürülemez. Çok yakın gelecekte kaynak birikimini azaltan bütün uygulamaları elbirliğiyle aşamalı olarak yasaklayacağız. Bu dünya üzerinde varlığımızı sürdürmek istiyorsak buna mecbur kalacağız. Aksini savunmak toplu intiharımıza hizmet etmek demektir. Toprağı koruyamayan tarımı yasaklayacağız. Su kaynaklarını tüketen ya da kirleten uygulamaları yasaklayacağız. Ormanların azalmasına ya da ölmesine sebep olan uygulamaları yasaklayacağız.

    Burada hemen akla gelen sorular, “Halihazırda ihtiyaçlarımızı karşılayabilmemizi sağlayan sistemin neredeyse tamamının kaynakları tüketmeye dayandığını ve dolayısıyla da kendi sonunun habercisi olduğunu kabul ediyorum, ama ihtiyaçlarımızı karşılarken kaynakları tüketmeyen, doğayı ve dolayısıyla başka insanları sömürmemizi gerektirmeyen alternatifleri üretebilir miyiz? Ve bunları nasıl tesis edeceğiz?” Hemen arkasından akla gelen sorular da “Devletlerin ve büyük şirketlerin bütün bu açık ve sade gerçeklere rağmen iktidar ve kâr amaçları doğrultusunda gündemi belirlemeye devam ettiği küresel düzende ben küçücük bir birey olarak bu kaçınılmaz dönüşüme nasıl ayak uydurabilirim, nasıl katkıda bulunabilirim?”dir.

    1970′lerde tam da bu ve bunlara benzer soruları dert edinip cevaplar arayan Avustralyalı Bill Mollison, uzun uzun doğayı, canlıları ve daha sonra da insanları ve modern toplumu gözlemleyerek o zamanlar tez danışmanı olduğu lisansüstü öğrencisi David Holmgren’in de desteğiyle permakültür (permaculture – permanent agriculturepermanent culture – kalıcı/sürekli/daimi tarım, kalıcı/sürekli/daimi kültür) adını verdiği, ağaçlar, çalılar, otlar (sebze ve yabani otlar), mantarlar ve kök bitkilerini içeren çeşitli ürünlü ve çok yıllık türlerin baskın olduğu bir bitkilendirmeden oluşan birsürdürülebilir tarımsal sistem çerçevesi geliştirmiştir. Permakültür ilkeleri ve türce zengin bir bahçe yaratma üzerinde uzun süreler çalışan ikilinin bu emekleri 1978 yılındaPermaculture One adlı kitabın yayınlanmasıyla sonuçlanmıştır. Takip eden dönemlerde Bill Mollison permakültürün kapsamını, toprak erişimi, iş girişimi yapılanmaları ve bölgesel özfinansman stratejilerini de içeren uygun hukuki ve finansal stratejileri de konuya dahil ederek hane bazında gıda yönünden kendine yeterlilikten öteye oldukça genişletmiştir. Böylelikle permakültür bir bütünsel insan sistemidir.

    Permakültür insanların su, gıda, enerji, barınak ve diğer maddi ve maddi olmayan ihtiyaçlarını, doğal ekosistemlerin işleyişini örnek alarak, kaçınılmaz olarak parçası oldukları doğaya ve üzerinde yaşadıkları dünyaya zarar vererek değil yarar sağlayarakkarşılamalarını olanaklı kılan bir tasarım ve bakım bilimidir. Permakültür soruna değil çözüme, istemediklerimize değil istediklerimize, olumsuza değil olumluya baktığımız ve odaklandığımız bir yaklaşımdır. Permakültür sürdürülebilir insan yerleşimleri tasarımıdır.

    Bill Mollison 1979 yılında üniversiteden istifa ederek kendini insanları iyi biyolojik sistemler kurmaları için ikna etmeye adamıştır. O tarihten itibaren birçok arazi için tasarım yapmış ve permakültürü standartlaşmış bir eğitim aracılığıyla aktarabilme konusu üzerine çalışmıştır. 1981 yılında, Avustralya’da, ilk standart Permakültür Tasarım Sertifikası (PDC – Permaculture Design Certificate) kursunun mezunları permakültür sistemleri tasarlamaya başlamıştır. Şu anda dünya çapında, büyük şirketleri etkileyen eğitmenler ve ekolojik eylemcilerden, yeni ve alternatif iş girişimleri yaratan bireylerden ve üzerinde yaşadığımız dünyayı kavrayışımızı ve sorumsuz alışkanlıklarımızı dönüştürmek üzere birlikte, dayanışma içerisinde çalışan gruplardan oluşan küresel bir ağ meydana getirmiş 300.000’i aşkın sayıda PDC kursu mezunu bulunmaktadır.

    Her canlı varlık, geçici bir enerji deposu ve dönüştürücüdür. (Bu, insan ürünü tüzel varlıklar ve kurumlar için de geçerlidir, ancak burada verimlilik ve ürünler açısından çok ciddi sorunlar olduğundan bu konuya bu yazıda girilmeyecektir). Doğada bütün varlıklar birbirlerinin ürünlerinden faydalanır ve bunları başka varlıklara yarayacak ürünlere dönüştürürler. Doğada atık yoktur, dışkı dahi başka varlıkları besleyebilen bir ürün ve dolayısıyla kaynaktır. Permakültürün özü tasarımdır. Tasarım, şeyler/nesneler/varlıklar/öğeler arasında ilişki kurmaktır. Öğelerin kendilerinden ziyade birbirleriyle olan ilişkilerine bakarız ve öğeleri en uyumlu işleyen bütünü oluşturacak şekilde konumlandırırız: Tasarladığımız sistemin, herhangi bir öğeden olabildiğince etkin yararlanabilmesi ve o öğeyi besleyebilmesi için, o öğenin diğer öğelere göre doğru yerde olması gerekir. Her öğenin ihtiyaçlarına, ürünlerine, davranış özelliklerine ve cins, renk, iklime dayanıklılık gibi kendine has özelliklerine bakarız. Böylece, uyumlu ve üretken bir şekilde işleyen bir öğeler, daha doğrusu ilişkiler örgüsünü tasarlayabiliriz. Doğada rekabet değil dayanışma, üretimden tüketime doğrusal yok oluştan ziyade sürekli evrimleşen ve mükemmelleşen döngüsel yaşam egemendir. Doğa, bu temel gerçeğe uymayan her şeyi uyacak hale gelinceye kadar dönüştürür.

    Beğensek de beğenmesek de, istesek de istemesek de her birimiz bu dünyanın parçası olduğumuz sürece bütün diğer yaşam formları gibi birer dönüştürücüyüz. Farkımız, doğaya bütün diğer yaşam formlarından çok daha baskın bir etkimiz olmasıdır. Ya bolluğu ve barışı kıtlığa ve savaşa ya da kıtlığı ve savaşı bolluğa ve barışa dönüştürmeyi tercih ederiz. Evet, hoşumuza gitmese de bu ikisinden başka seçeneğimiz de ne yazık ki yoktur. Ne söylediğimiz değil nasıl yaşadığımız ve ne yaptığımız önemlidir.

    Kendimizin ve dünyamızın kemiğine dayadığımız bıçağı hissetmemizi engelleyen, algımızı körelten ve perdeleyen sahte gündemleri ve uzun vadede kendi torunlarımız dahil herkese ve dünyaya zarar vermeden tatmin edemeyeceğimiz ihtirasları bir kenara itip davranmamız gereken zaman çoktan geçmiştir. Geç kaldık ama yine de bu gerçekleri farkedenler,  her şeye rağmen davranmak, yani bolluğa ve barışa hizmet etmek dışında bir seçenekleri kalmadığı, hatta hiçbir zaman olmadığı konusunda tereddütsüzce birleşirler.

    Biz birbirimize yeteriz.

    Mustafa Fatih Bakır, Türkiye Permakültür Araştırma Enstitüsü

    Kaynak:
    Introduction to Permaculture, Bill Mollison