Onları Meyvelerinden Bileceğiz – Charles Eisenstein
(çev: hira d.)
Şu sıra muazzam bir zihinsel uyumsuzluk yaşamaktayım. Birbirinden çeşitli ve birbirleriyle çelişen fikirler ve anlayışlar zihnimde dört dönüyor, her biri kendini dayatarak. Neye dayanarak bunlar arasında seçim yapabileceğim ki?
Birbiriyle en zıtlaşan ikisini paylaşayım. Geçen haftasonu Asheville’de Kinnection Campout adlı enfes bir müzik festivalinde konuşma yaptım. Bu denli olumlu, dostane, tatlı bir ortama sahip bir festivalde hiç bulunmamıştım. Giriş ekibi şen şakraktı; güvenlik ekibi dikkatli ve özenliydi; bu tür festivallerde genellikle alttan alta süregiden (ama baskın çıkmayan) bütün o saldırganlık halleri, boktan uyuşturucu tripleri ya da alkolün dibine vurmaların hiçbirine rastlamadım. Bu etkinlik bana dünyadaki “yeni normal” olan şefkat ve paylaşımın bir “sahra jeneratörü” gibi gözüktü. Ancak iyimserliğimi en çok, “zarif” aktivizm, toplumsal permakültür, onarıcı politikalar, yerellik, vb. konularda oradaki gençlerle yaptığım büyüleyici sohbetler besledi; bu tarz sohbetler ben 20’li yaşlarımdayken yoktu. Bu gençler benim on yıllar boyunca kavramaya uğraştığım ve zor benimsediğim şeyleri içselleştirmişti. Sistemin ödülleri ve vaatlerine karınları toktu, geleneksel anlamda ihtirasları pek yoktu. Onlar için eski hikâye bitmiş. Nesilleri içinde henüz azınlık durumunda olsalar da, ekolojik tahribat ve adaletsizliğin arkasında yatan bilinç halinin değişmekte olduğunun birer somut kanıtı durumundalar.
İkinci girdi ise festivalden sonraki günlerde kitabım için yaptığım araştırmalar esnasında geldi bana. İklim değişimine dair en meşum öngörüleri inceliyorum, bunlar, belki duymamışsınızdır ama, dünyadaki insanlık da dahil çoğu canlı türünün kısa vadede neslinin tükeceğini savunuyor. Bu anlatının elbette ki uzun süredir gayet ayırdındaydım ama çeşitli pozitif geribildirim döngülerine dair verilere baktıkça, anlatı içimde daha da derinleşti. Dünya katastrofik iklim değişiminde taşma noktasını geçmiş durumda. Şu gün fosil yakıtları tamamen ortadan kaldırsak bile bu, çılgınca tırmanan ısınmayı durdurmaya yetmeyecek. IPCC’nin duruşu alabildiğine muhafazakârdır, onların tavsiyeleri bile politik olarak mümkün gözükmüyor. Bu gerçekler karşısında, festivalden dolayı hissedebileceğim her türlü iyimserlik bir yanılsamadan ibaret kalıyor.
Derken dikkatimi yeniden o güzel, capcanlı yüzlere, derin bilgeliğin ışığıyla parlayan o berrak gözlere dair hâlâ canlılığını koruyan anıma çeviriyorum; derinden biliyorum ki, bir şekilde, ümitsizliğin mantığı hatalı bir mantıktır. Bunun yanlışlığına dair hiçbir inandırıcı kanıt bulamasam da, bunu biliyorum. “Bilmek” diye anlandırdığım bu duyguya mı güvenecektim?
İşin aslı, uygarlığı yok eden ekolojik felaketi önlememizi sağlayacak akılcı bir anlatı (geleneksel akla bir hayli mantıksız gelecekse de) kurabilirim. Bu anlatı, ekolojik krizin kökeninde yer alan modern dünya görüşünün, dünyada nelerin mümkün olduğuna ve değişime nasıl çanak tutulabileceğine dair fikirlerimizi de şekilllendirdiği kavrayışına sırtını yaslar. O gençlerin çoğunun yaptığı gibi, bu dünya görüşünden çıkmak mümkünatlara ve hakikate dair daha geniş alanlar açar. Bütüncül ya da alternatif diye adlandırdığımız her şeydeki temel özellikleri görebiliriz: olanaksız sonuçlar üreten teknolojiler ya da teknoloji biçimleri. Modern dünya görüşünü tamamen benimseyip bundan sapan her şeyi görmezden gelmek biraz içleri rahatlatıyor belki. Oysa bize olanaksız olduğu bildirilen şeyleri deneyimlemişseniz, insanlığın dönüşüm gerçekleştirmesinin olanaksızlığı artık aşikâr bir durum olmaktan çıkar. Eğer birileri “tedavi edilemez” olan 4. aşama pankreas kanserinden sağlığına kavuşabiliyorsa, başka neler mümkün olabilir? Bunun politika ve ekolojideki karşılıkları nelerdir? İşte bu gençlerin çoğunun kurcalamaya başladığı soru tam da bu.
Size ayakları pek sağlam gözükmeyebilir belki ama benim iyimserlik anlatımımın bir ilmeği bununla örülüyor. Diğerlerine şu an girmeyeceğim, çünkü burada derdim o festivalden edindiğim duygunun akılla hiç de çelişmediği. Ne de, herhangi bir kanıt sunmadığı. Bu iki anlatının her biri de kendine yeten bir bütünsellik taşıyor, kendi içinde bir gerçeklik sunmaktalar. O halde, hangisine inanmalıyım?
İncil’de şöyle denir: “Onları meyvelerinden bileceksiniz.” Bu görüşlerin her biri bana farklı meyveler sunuyor; her biri bir varoluş tarzına karşılık geliyor. Yakında gerçekleşecek yok oluş anlatısı beni felce uğratıyor. Dünyada herhangi bir düzeyde iyileşmeye katkıda bulunabileceğim şeylerle ilgili şevkimi kırıyor.
“Dünyayı kurtaracak bilinç evrimi” diye adlandıracağım öteki anlatı, her türlü tezahüründe ve fiili uygulamasında bu evrime hizmet etmek için beni coşkulandırıyor. Bu anlatıda da çeşitli tuzaklar mevcut elbette: bunlar arasında, kendini aşırı haklı görme, manevi elitizm ve (özellikle de son derece aleni olgulardan habersiz olunduğunda) gerçeklerden kaçma yer alıyor. Bu gezegendeki dehşet ve derin ıstıraplar iklim değişiminin çok daha ötesine geçmiş durumda. (Aslına bakılırsa, iklim değişiminin -iklim değişiminin düşündüğümüzden daha düşük bir tehlike oluşturduğu ortaya çıksa bile birbiri peşi sıra krizler yaratacak olan- daha derin bir hastalığın belirtisi olduğunu düşünüyorum.) “Olan biten her şeyin bir nedeni var,” ya da “bilinçlerimizdeki değişiklik bizi kurtaracak,” tarzı ruhani klişelerle gezegenin yaşadığı acıları ve karşılaştığı tehlikelerin üstünden atlayıvermek ve bunlara eşlik eden derin kederleri yadsımak, yeni anlatının giderek genişleyen yaratıcı ve sağaltıcı güçlerini bunların yönlenmesi gereken amaçlardan saptırmak anlamına geliyor.
Hastalık şifasını arar. Birbiri peşi sıra karşı karşıya kaldığımız krizler, içimizden çıkartabilecekleri meziyetlerle tamı tamına denk. Yukarıda dillendirdiğim her iki anlatı da işte bu yüzden gerekli. Hastalığı derinden kavramak durumundayız, değilse şifa ulaşılmaz, güdük, “alternatif” denilen kültürel gömme dolapta utanç verici bir sır olarak kalacak.
Gezegenimizdeki en umutsuz ve korkutucu fenomene tüm dikkatimizi yönelttikçe, saklı yaralarımız ve ilgilenilmemiş kederlerimiz temizlenmek üzere yüzeye çıkar ve her türlü yadsıma tarzının -dış koşullar ve içsel yaralar-birbirine ayna tuttuğunu keşfederiz. İyimserliğimizin hakiki olmasının yanı sıra etkili de olması için, olanı tam olarak kucaklamalıyız.
Ümitsizliğin derinliklerine dalmamış hiçbir iyimserliğin hakikilik taşımadığını söylemeliyim. Ancak bugün bir çıkarsamaya ulaştım: mutluluğa dönüşmeye tam olarak izin verilmemiş hiçbir ümitsizlik hakiki değildir. Kinnection gibi festivaller ümitsizlik mantığının önüne geçme ve daha güzel bir dünyanın doğumuna hizmet etme coşkusu ve motivasyonunu bahşetmek itibariyle güçlü bir pratik işlev üstlenmekte. En başta, umut için mantıklı bir gerekçe bulamazsak, artık hiçbir gerekçeye bakmadığımızı fark ederiz. Oyun, keyif ve biraradalık deneyimleri genişleyen ihtimaller ve olanaklara dair akla sığmayan bilgileri çaktırmadan getirir. Bunlar olmadıkça, felaket tellalları önemli bir veri noktasını kaçırmış olur. Onlara çok az kulak kabartılır çünkü buradaki ümitsizliğinin bir nesnel akıl yürütme kılığındaki mutluluk noksanlığı olduğunu sezerler. Bu tellalde eksik kalan şeyi festivalde tanıştığım gençler yaymaktaydı.
Alarm duygusunu etkin şekilde yaymak istiyorsanız, en çok zevk aldığınız festivallere ya da yerlere gidin. Mutluluğu etkin şekilde yaymak istiyorsanız en yoğun ümitsizlik meknalarınıza gidin.
Bunun gibi festivallerin politik eleştirilerinin -bunların adaletsiz ve yıkım sürecindeki dünyamızı imtiyazlı kişiler için biraz daha tahammül edilebilir kılan oyalayıcı şeyler olduğunun- elbette ayırdındayım. Lakin umarım bunların tam karşıtını da içerdiğini -o dünyayı daha az katlanılır kıldıklarını da- umarım gösterebildim. Dünyanın olabileceği haline dair anlık bir görüntü sunarlar bize ve bu dünyaya hizmet edebilecek içsel kaynaklar ve dışsal bağlantılarla bizi beslerler.
yazının orjinal adresi: http://charleseisenstein.net/by-their-fruits-ye-shall-know-them/
Sevgili Hira, gene böylesi önemli bir yazıyı çevirdiğin için çok teşekkürler.