Yazı ve söyleşi: Scott London (çeviri: Başak Üner Koç)
Bill Mollison, kendisini bir tarla biyoloğu ve gezgin bir öğretmen olarak görüyor. Fakat onu bir kışkırtıcı olarak tanımlamak daha doğru olacaktır. 1978’de Permakültüre Giriş’i yayınladığında, birçok kişinin yıkıcı hatta devrimci olarak nitelendirdiği uluslararası bir arazi kullanım hareketi başlattı.
Permanent (Kalıcı) ve Agriculture (Tarım) kelimelerinden türetilen Permakültür, bahçecilik, mimari, çiçekçilik, ekoloji, hatta para yönetimi ve topluluk tasarımını kapsayan bütüncül bir tasarım felsefesidir. Basit yaklaşımı, kendi ihtiyaçlarını kendi yaratan ve atıklarını geri dönüştürebilen sürdürülebilir sistemler yaratmaktır.
Mollison, Avustralya’nın yağmur ormanlarında ve çöllerindeki ekosistemleri inceleyerek onlarca yıl geçirdikten sonra permakültürü geliştirdi. Bitkilerin kendilerini karşılıklı yararlı topluluklar içerisinde doğal olarak grupladığını gözledi. Birbirlerini desteklemek ve devamlılıklarını sağlamak için, doğru unsurların birlikte yerleştirilmesi fikrini, tarım ve topluluk tasarımına farklı bir yaklaşım olarak geliştirdi.
Bugün, onun fikirleri dünya üzerindeki nerdeyse her ülkeye yayıldı, her ülkede kök saldı. Permakültür bugün, Güney
Amerika’nın yağmur ormanlarında, Kalahari çölünde, İskandinavya’da kuzey kutbunda ve Kuzey Amerika’nın nerdeyse bütün topluluklarında uygulanıyor. Örneğin New Mexico’da, çiftçiler herhangi bir ağır makine kullanmadan sıkıca paketlenmiş çöp yığınlarını yemyeşil bahçeler ve meyve ormanına çevirmek için permakültür kullandılar. Kalifornia Davis’de bir topluluk banyo ve çamaşır suyunu tuvalet sifonu ve bahçe sulama için kullanıyor. Toronto’da bir mimar grubu, şehrin su ve kanalizasyon altyapısına bağlanmayan ve işletim için yılda sadece birkaç yüz dolar gerektiren bir kentsel dolgu evin tasarımını yarattı.
Mollison henüz birçok Amerikalı tarafından bilinmese de, Avustralya’da milli bir ikon olmuş durumda. Avustralya’da “Yılın adamı” seçildi, permakültürü geliştirme ve tanıtma çalışmalarından dolayı 1981’de aynı zamanda Alternatif Nobel ödülü sayılan prestijli Right Livelihood Ödülünü aldı.
Onun yenilikçi tasarım felsefesini konuşmak için kendisiyle buluştum. Ojai’de her sene verdiği iki haftalık yoğun kursla beraber Santa Barbara’da iki öğleden sonra kurs üzerine konuştuk. Ak sakallı ve kocaman gülüşlü, kısa, yuvarlak bir adam, tanıdığım en dostça ve iyi huylu kişilerden biri. Hikaye anlatmaya düşkün, her olay için bir öyküsü – ya da kötü bir şakası – var gibi görünüyor. Yorumları sıklıkla yürekten ve bulaşıcı bir kahkaha ile tamamlanıyor.
Scott London: Bir eleştirmen bir keresinde derslerinizi “kışkırtıcı” olarak tanımlamıştı.
Bill Mollison: Evet, bayağı zekiceydi. Ben kendine güveni öğretirim, dünyanın en yıkıcı uygulamasını yani. İnsanlara kendi gıdalarını nasıl yetiştirmeleri gerektiğini öğretirim– ki bu şok edici derecede sistem yıkıcıdır. Ve evet kışkırtıcıdır. Fakat huzurlu bir kışkırtıcılıktır.
London: Permakültür öğretmeye ne zaman başladınız?
Mollison: 1970’lerin başlarında, daha önce kimsenin tarım tasarımını uygulamadığını fark ettim. Bunu anladığımda, tüylerim diken diken oldu. O kadar garipti ki. 7,000 yıldır tarım yapıyoruz ve 7,000 yıldır kaybediyoruz – her şey çöle çevriliyor. Ben de ekolojik ilkelere uyan sistemler kurabilir miyiz diye merak ettim. Ne olduklarını biliyoruz, sadece asla uygulamıyoruz. Çevrebilimciler bahçelerine asla iyi ekoloji uygulamıyor. Mimarlar binalardaki ısı aktarımını hiçbir zaman anlamıyor. Ve fizikçiler çılgın enerji sistemleri olan evlerde yaşıyor. Aslında nasıl yaşamamız gerektiğini bilip asla uygulamamak tuhaf.
London: Bu durum bize şu andaki çevre sorunlarımız hakkında bir şeyler anlatıyor.
Mollison: Evet, anlatıyor. Nüfus artışı ve kaynakların aşırı tüketimi nedeniyle çevrenin bozulması kaçınılmazdır diyen 1967’deki Roma Klubü Raporunu hatırlıyorum. Bunu okuduktan sonra, “İnsanlar çok aptal ve tahrip edici – onlar için hiçbir şey yapamayız” diye düşünmüştüm. Böylece toplumdan kendimi çektim. Buraları terk edip, bir tepenin üstünde oturayım ve bu düzenin yıkılmasını seyredeyim diye düşünmüştüm.
** Etik kurallar basit : Dünyayı gözet, insanı gözet ve üretim fazlasını da bu ikisine yönlendir **
Geri dönmem ve savaşmam gerektiğini anlamam üç haftamı aldı. [Kahkahalar] İşte, tekrar geri dönmek için bazen dışarı çıkman gerekiyor.
London: Permakültür düşüncesi o zaman mı doğdu?
Mollison: Aslında 1959’a kadar gidiyor. Otlayan keseli hayvanlar ve orman yenilenmesi arasındaki bağlantıyı araştırmak için Tazmanya yağmur ormanlarındaydım. Yüksek bir keseli nüfusu ile ormanın yeniden oluşumu bağlantısı konusunda çok bir başarı elde edememiştik. Ben de, sadece dört tanesi baskın olan 23 odunsu bitki türü ve sadece iki gerçek otlayan keseli hayvan ile basit bir sistem oluşturdum. Türlerin tiplerini değil bileşenlerin etkileşimlerini baz alan çok esnek bir sistemdi bu. Bir akşam, şu anda çalışandan daha iyi bir sistem inşa edebileceğimizi anladım.
Bu dikkate değer bir ilhamdı. Hayatta belki de on yılda bir ancak insana böyle bir ilham gelir. Bir Aborjin isen, bu senin yaşını belirler. Kronolojik yaşının ne olduğuna bağlı olmadan, her ilham bir yaş ile bağlantılandırılır. Şanslıysan, bir yaşam süresi boyunca üç iyi ilhamın olur.
Bir eğitimci olduğum için, eğer öğretmezsem, bunun herhangi bir yere gitmeyeceğini anladım. Bu yüzden pasif bilgiye dayanan tasarım talimatları geliştirmeye başladım ve Permakültüre Giriş adlı bir kitap yazdım. Korkunç bir şekilde herkes ilgilenmeye başladı. [Kahkahalar] “Yıllardır aklımda olan şeyleri açık bir şekilde dile getirmişsiniz,”, “Kullanabileceğim bir şeyi elime verdiniz,” diyen binlerce mektup aldım.
London: Permakültür sırtını bilimsel ilke ve araştırmalara dayıyor. Fakat bana geleneksel ve yerli halk bilgeliğinden de yararlanıyormuş gibi geliyor.
Mollison: Şimdi, eğer üzüm bağında oturan bir Yunan kadına gidip, “Üzümlerinin yanında neden gül ektin?” diye sorsam, bana “Çünkü gül üzümün doktorudur. Gül ekmezsen, üzümlerin hasta olur,” diyecektir. Bu bilginin bana çok bir faydası olmuyor. Fakat gülün; üzüm kökü tarafından alındığında beyaz sineği kovabilen belirli bir kök kimyasalını toprağa verdiğini (Yunan kadının söylediğinin aynısının aslında bilimsel açıklaması) bulup çıkarsam, o zaman çok faydalı bir şey elde etmiş oluyorum.
Geleneksel bilgi her zaman doğadandır. Sürekli, muz köküyle aynı delikte bir çili ve dört fasulye yetiştiren bir Filipinli adamla tanışmıştım. Neden çiliyi muzla beraber yetiştirdiğini sordum ona. Bana “Bunların her zaman beraber yetiştirilmesi gerektiğini bilmiyor musun?” diye cevap verdi. İşte, bunun üzerine fasulyelerin azot bağladığını ve çilinin muz kökünü böceklerin saldırılarından koruduğunu çözdüm. Ve bu böyle gayet iyi işliyor.
London: Hala geleneksel tarım uygulamalarına dayanan yerlerle de permakültürü tanıştırdınız. Onlar sizin fikirlerinize açıklar mıydı?
Mollison: Yerli kabile halkları için korkunç kurnaz bir yaklaşımım var. Örneğin, Avustralya’nın kuzeyinde, herkesin nerdeyse yarı açlıktan kıvrandığı Merkez Çöle gidiyorum ve “Size yardım edebilir miyim, merak ediyorum” diyorum. Sonra yalan söylüyorum ve “Bunun nasıl yapıldığını bilmiyorum” diyorum. Bunun üzerine onlar, “Ooo hadii, yaparız” diyorlar. Yapıldığı zaman, aslında kendileri yapmış oluyorlar.
Zimbabwe’de başlattığımız bir okula sonrasında tekrar gittiğimi hatırlıyorum. Ortam yemyeşildi ve gıda ile çevrelenmiş durumdaydı. Sınıftaki sıcaklık kontrol altındaydı. Onlara “Bunu kim yaptı?” diye sorduğumda, bana “Biz yaptık” diyorlar. İnsanlar kendileri için yaptıkları zaman, bundan gurur duyuyorlar.
London: Bazı insanlar -özellikle yerli halklar- için kendi yiyeceğini yetiştirebilmek, devrimci bir fikir.
Mollison: Toprak üstünde çok az bir etkinizin olduğu bir dünyada büyüdüyseniz, kendiniz için kaynaklar yaratmayı düşünmüyorsunuz. Yere ne düşüyorsa onu yiyorsunuz. Ve sayılarınız, yere neyin düştüğü ile yönetiliyor. Permakültür size daha farklı düşünmeyi öğretiyor çünkü neye ihtiyacınız varsa onu kolaylıkla yetiştirebiliyorsunuz.
Örneğin, Kalahari’nin ormancıları morama fasulyesi denen bir yerel fasulyeye sahipler. Yeraltında büyüyen ve yağmur yağınca yayılan çok yıllık bir bitki bu. Onlar dışarı çıkmaya ve bunu toplamaya alışıklardı. Fakat bu insanlar kendi topraklarından, oyun alanları ve doğal parkların yapımına yer açmak için atıldıktan sonra, morama fasulyesi çok zor bulunur oldu. Onlara, “Neden burada yetiştirmiyorsunuz?” diye sorduğumda, bana “Yapabileceğimizi düşünüyor musun?” diye sordular. Böylece bahçelerinde fasulye dikmeye başladık. O noktaya kadar, herhangi bir şey yetiştirmeyi aslında hiç düşünmemişlerdi. Bunu yapabildiklerini görmek onları çok şaşırttı.
Kum tepeciklerinin üzerinde yetişen mongongo ağacı ile ilgili de aynı şey oldu. Aslında bir ağacı bir tepecikten diğerine hiç taşımamışlardı. Fakat ben gittim ve bir anne ağaçtan bir dal keserek, onu kuma sapladım. Bitki; dal sürgünleri vermeye ve mongongo cevizleri üretmeye başladı. Şimdi bu ağaçları nerde isterlerse orda yetiştiriyorlar.
London: Siz bir keresinde modern teknolojik tarımı büyünün bir çeşidi olarak tanımlamıştınız.
Mollison: Yani, büyünün bir çeşidi evet. Tarihte hiç olmadığı kadar toprak bilimci var bugün. Toprak bilimcilerinin yükselişinin toprak kaybına olan oranını grafik olarak çizerseniz, ne kadar çok bilimciniz olursa, o kadar daha çok toprak kaybettiğinizi göreceksiniz.
1947’de savaştan dönen askerleri gördüğümü hatırlıyorum. Onların, şu tepesi kopartılabilen küçük çelik teneke kutuları vardı. Tepelerini koparttıkları zaman, bütün oda DDT spreyi ile doluyordu, böylece bir daha hiçbir sinek ya da sivrisinek göremiyordunuz – veya kedi. [Kahkahalar] Savaştan sonra bu kimyasalları tarımda kullanmaya başladılar. Naziler tarafından kullanılan gazlar şimdi tarım için geliştiriliyor. Tanklar sabana çevrildi. Suni gübre kullanımında dev artışın bir nedeni, endüstrinin patlayıcılar için nitrat üretiminde vites büyütmesiydi. Sonra bunların ekinlere konulabildiğini ve harika sonuçlar elde edildiğini keşfettiler.
London: Yani “yeşil devrim” bir bakıma toprağa karşı bir tür savaştı.
Mollison: Evet doğru. Hükümetler hâlâ bu tarım yöntemini yılda 40 milyar dolar karşılığında destekliyor. Bunun hiçbir kısmı, ekolojik veya toprak üretici tarım gibi alternatif sistemleri desteklemeye ayrılmıyor. Çin bile şu anda modern kimyasal tarımı benimsiyor.
London: Son ekonomistlerden Robert Theobald’ın bana, eğer Çin batının yolunda ilerlemeye karar verirse, çevresel dengeyle oynanan hokkabazlığın artık sürdürülemeyeceğini söylediğini hatırlıyorum.
Mollison: Viyana’da iki “Avrokrat”ın çevre hakkında konuştuklarına kulak misafiri oldum. Biri “Ne kadar zamanımız kaldı sence?” diye sordu. Diğeri “On yıl” dedi. İlki bunun üzerine “Sen bir optimistsin” diye cevap verdi. Ben de onlara, “Eğer Çin motorlu araçlar geliştirmeye başlarsa, iki yılımız var,” dedim.
London: Sizi en çok ne tarz bir aşırı tüketim rahatsız ediyor?
Mollison: Çimenlerden nefret ediyorum. Bilinçaltında bence hepimiz nefret ediyoruz çünkü biz onların kölesiyiz. Düşünsenize, milyonlarca insan her Cumartesi ve Pazar çim biçme makinelerine binip etrafta daireler çiziyorlar.
Avustralya’da insanların bir ila beş dönüm arası yeni ev parselleri var. İnsanların Cuma günleri işten geldiğini, küçük binilebilen makinelere oturup bütün hafta sonu dolandıklarını görüyorsunuz. Pazartesi sabahı bu alanlarda dolaşabilir ve çim biçme makinelerini beş dönümün ortasında bir yerde gelecek cumayı beklerken görebilirsiniz. Aptallar gibi, bütün boş zamanımızı bu deli makineleri sürmek ve gelecek hafta tekrar büyüyecek olan otları kesmekle geçiriyoruz.
London: Permakültür bize asgari miktarda enerji ile bir işin nasıl yapılacağını öğretiyor.
Mollison: Evet, doğru. Her ev kendi enerjisini üretmeli ve bunun fazlasını şebekeye satmalıdır. Biz bir ya da iki binada orada bulunan altmış ev için güneş panellerinin bulunduğu ve üretim fazlasını da şebekeye sattığı köyler inşa ettik. Yedi yıl içerisinde tüm masraflarınızı çıkarıp, tamamen özgür olabilirsiniz. Aynı fikri Danimarka’da da kullanıyorlar. Orada her köyün, 800 evin enerji ihtiyaçlarını karşılayabilecek kadar rüzgar değirmeni var.
London: Aynı ilke insan enerjisine de uygulanabilir zannedersem. Bahçelerin kazılmasını önermediğinizi fark ettim, bunun nedeni de bunun için gereken enerjinin daha iyi şeylerde kullanılabileceği.
Mollison: Yani, bazı insanlar kazmayı seviyor. Yatak odanızda bir egzersiz bisikleti olması gibi bir şey bu biraz. Fakat ben bu işi solucanlara bırakmayı tercih ediyorum. Onlar mükemmel bir iş çıkarıyorlar. Sadece malçlayarak fantastik bir toprak elde ettim.
London: Permakültür bizim gibi şehirlerde yaşayanlar tarafından uygulanabilir mi?
Mollison: Evet, kitapta kentsel permakültür ile ilgili kocaman bir bölüm var. New York’a ilk gittiğimde Güney Bronx’da bir şifalı otlar çiftliği kurulumuna yardım ettim. Orada toprak çok ucuzdu çünkü elektrik yoktu, su yoktu, polis yoktu ve tonlarca uyuşturucu vardı. Bu küçük çiftlik New York’un şifalı otlarının yüzde sekizini karşılayacak kadar büyüdü. Şu anda New York’ta 110 kent çiftliği var.
London: Bir çiftliğin kurulumundan başka, şehirlerimizi daha sürdürülebilir hale getirmek için neler yapabiliriz?
Mollison: Çatınızdan akan suyu toplayın. Kendi gıdanızı yetiştirin. Kendi enerjinizi üretin. Bütün bunları yapmak delicesine kolay. Kendi gıdanızı yetiştirmek, süpermarkete gidip satın almaktan çok daha az zamanınızı alır. Malçlama yapan herhangi iyi bir organik bahçeciye, bahçesinde ne kadar zaman geçirdiğini sorun, her hafta birkaç dakika diyecektir. Arabanızı alıp, süpermarkete gitmek, süpermarket arabasını bulmak, alacağınız yiyecekleri aramak, yabani yeşilliklerinizi almak ve eve geri dönmek için en iyisinden bir ya da iki saata ihtiyacınız var, üstüne de bir sürü para harcamış olacaksınız.
London: Permakültür bilimsel ilkeleri temel alıyor olmasına rağmen, gayet güçlü felsefik ve etik boyutları da olduğu görünüyor.
Mollison: Etik bir yönü var çünkü etik tarafı olmayan bir bilim bence sosyopatlık. “Sonuçların ne olduğuna aldırmadan bildiğimi uygularım” demek hareketlerinizin sorumluluğunu kesinlikle almıyorsunuz demektir. Ben böyle bir tür bilimle bağlantıda olmak istemiyorum.
London: Başlattığınız sizce nedir?
Mollison: Yani, bence bir devrim. Fakat kimsenin fark edemeyeceği türde bir devrim. Bir miktar sistem dışı bir hal alabilir. Binalar daha iyi işleyebilir. Yiyeceğiniz zaten çevrenizde olduğu için ve herhangi bir enerji masrafınız olmadığı için daha az para kazanmaya ihtiyacınız olabilir. Kendimiz için daha iyi şartlar sağlayabilecek büyük meblağlarda paralar toplumda serbest kalabilir.
Yani, bir devrim. Fakat permakültür apolitiktir. Politikacılar, yöneticiler veya rahipler için burada yer yok. Ayrıca kurallar da yok. İtaat ettiğimiz tek etik : dünyayı gözet, insanı gözet ve üretim fazlasını da bu ikisine vakfet.
Bu ropörtaj halka açık radyo dizisi “Sezgi & Görünüm” den yorumlanmıştır. 2005 Yaz sayısında Yeşil Yaşam (Green Living) dergisinde yayınlanmıştır.