Yine de, burada önerilen dört senaryo bazı ana olasılıkların basit bir haritasını sunmakta.
Bu senaryolar birbirini dışlamaz. Tek bir toplumun yolu, yıllık veya on yıllık dönemler içinde, ikisinden, üçünden veya tümünden geçebilir.
Öncülümüz doğruysa, A stratejisi (alışılagelmiş iş biçimi arayışı) doğası gereği kısa dönemde savunulamaz ve yerini kısa samanda B, C, veya D’ye bırakmalıdır.
B stratejisi (kemer sıkma) toplumsal ve ekonomik çözülme yoluyla, hızlı bir şekilde D’ye (temel ihtiyaçların yerel tedariği) götürecek gibi görünmektedir. Yunanlıların devlet kesintilerine karşılık olarak geçim tarımına yönelmeleriyle ilgili yakın tarihli bir New York Times makalesi bunun bir kanıtıdır.
C stratejisi (temel ihtiyaçların merkezi tedariği) de muhtemelen D’ye götürecektir, ancak bu yol geçmesi daha uzun -muhtemelen çok uzun- sürebilir. Başka bir ifadeyle, tüm yollar sonunda yerelleşmeye götürecek gibi görünmekte; soru şudur: Oraya nasıl ve ne zaman varacağımızdır ve ne durumda?
Kemer sıkma yolu bu sürecin daha hızlı gerçekleşmesi üstünlüğüne sahiptir, fakat sadece daha fazla mutsuzluğa daha çabuk sebep olduğu için.
Temel gereksinimlerin merkezileştirilmiş tedariği yıkım acısını ancak uzatmanın bir yolu olabilir. Yetkililer olayların kaçınılmaz yönelimini anlayıp temel gereksinimlerin tedariğini tedrici olarak merkeziden yerele kaydıracak bir plan tasarlamazlarsa durum böyle olacaktır. ABD bunu, örneğin küçük ticari çiftliklerin veya geçim çiftliklerinin yararına olan zirai politikaları yürürlüğe koyarken büyük zirai işletmelerin teşviğini kaldırarak yapabilir. Dış kaynak kullanımı, off-shore bankacılığı, küresel sermayenin çıkarlarına yerel topluluklar pahasına hizmet eden diğer uygulamalar, çeşitli yönergeler ve vergileme ile kırılabilir ve de yerel üreticiler kayırılabilir. (Bu “korumacılık” şüphesiz ki yurt içinde ve uluslararası alanda eleştirilecektir.) Bütünüyle bakıldığında, C’den D’ye olacak planlı geçiş kendi senaryosunu oluşturabilir ve bu olası sonuçları bakımından muhtemelen gruptaklerin en iyisidir.
Yönetimlerin gelecekteki geçişleri idare etmedeki başarıları yönetişimin kendisinin ölçülebilir nitelik ve karakteristiklerine bağlı olabilir. Bu bağlamda, Dünya Yönetişim Endeksi’nden derlenecek faydalı ipuçları olabilir. Bu endeks yönetimleri barış ve güvenlik, hukuk kuralları, insan hakları ve katılım, sürdürülebilir kalkınma ve insani kalkınma kriterleri açısından değerlendirir. 2011’de Birleşik Devletler 32. sırada (ve düşmektedir: 2008’de 28. sıradaydı) – Uruguay, Estonya ve Portekiz’in gerisinde, Çin’in (140. sıra) ve Rusya’nın (148. sıra) önündeydi.
Öte yandan, “Yıkıma hazırlıklılık” (Dmitry Orlov’un hatırlanmaya değer ifadesi) yıkım-öncesi koşullarda etkinsiz ve hatta baskıcı görünen idari uygulamalar ile birlikte varolabilir. Orlov, Reinventing Collapse adlı kitabında, Sovyetler Birliği’nin, tüm kasveti ve zayıf yönetişimine rağmen, Birleşik Devletler’in bugün olduğundan daha fazla yıkıma hazırlık sağlamış olmasını incelemiştir. Bu kısmen, SSCB’de ancak geçinebilir düzeyde geçen on yıllar sonrasında insanların beklentilerinin zaten düşük olmalarıyla ilgilidir. Ya da SSCB’nin yüksek yıkıma hazırlık düzeyi, aslında halkının temel gereksinimleri uzunca bir süre garanti etme meselesi miydi? Sovyet sistemi dağıldığında kimse evsiz kalmadı, çünkü ekonomi çöktüğünde kimsenin elinden alınacak bir ipoteği yoktu, insanlar neredeyseler orada kaldı.
Ekonomik daralma çağında idari yeterlilik ülkelerin geleceğini tümüyle belirlemeyecektir. Nüfusla ilgili faktörler de belirleyici olacaktır: Mısır’ın siyasi ve toplumsal ayaklanması sadece rüşvetten bıkkınlık nedeniyle değil, aynı zamanda –15-29 yaş grubunun %83’lük işsizlik oranına, yetersiz eğitime, yüksek yoksulluk oranlarına ve nüfusun kendini doyurabilirliğinde giderek artan bir yetersizliğe (şu anda Mısır’ın gıdasının yaklaşık yarısı ithaldir) yol açan- yüksek doğum oranlarından da kaynaklanmıştır. Muhtemelen, becerikli yönetimin ilk işaretlerinden birinin etkin bir nüfus politikası olduğu savunulabilir.
Bu makaleyi okuyacak herhangi bir ulusal politika yapıcısı için, senaryo alıştırmamızdan derlenebilecek tavsiyelerin çoğunu özetleyen birkaç net madde şunlardır:
-
Halkın geneline varoluşun temel gereksinimlerini olabildiğince uzun bir süreliğine garanti edin.
-
Aynı zamanda zorunlu gıdaların yerel üretimini teşvik edin, yerel sosyal bağlantısallığı güçlendirin ve yerel ekonomileri destekleyin.
-
Çevrenin korunmasını ve kaynakların muhafaza edilmesini, ve bu şekilde fosil yakıtlara bağımlılığı mümkün olan her şekilde teşvik edin.
-
Nüfus düzeylerini istikrarlı hale getirin.
-
Düzgün yönetimi geliştirin (özellikle katılımcılık ve şeffaflık açısından).
-
Pratik becerilerde (bahçecilik, yemek pişirme, bisiklet tamiri, dikiş, vs.) ve aynı zamanda akademik konularda (okuma, matematik, bilim, eleştirel düşünce ve tarih) evrensel bir eğitim sağlayın. Ve son olarak,
-
Şeytanileşmeyin – yani, güce hakimiyetinizin elden gittiğini hissettiğinizde kendi insanlarınızın üzerinde askeri taktikler uygulamanın cazibesine yenik düşmeyin; merkezsizleştirme süreci değiştirilemez, bu nedenle onu kolaylaştırmanın planlarını yapın.
Solda, sağda veya merkezde -çoğunlukla devletin istikrarını, kendi kariyerlerinin durumunu ve halkın nihai iyiliğini pratikte birbirine eş gören- kaç tane büyük hükümet merkezcisinin bu tür bir reçeteyi benimseyeceği merak konusudur.
-
Nihai Düşünceler
Bu makalenin konusunu son bir kez daha vurgulamak adına: Toplumsal karmaşıklığı destekleyecek kullanılabilir kaynaklardaki azalma, varolan ekonomik ve yönetsel güç yapılarını her yerde bozacak bir merkezkaç kuvveti ortaya çıkaracaktır. Sonuç olarak daralan bir ekonomik pastaya erişim üzerinde mayalanan bir mücadele vardır – tüm ülkeleri olmasa bile çoğunu etkileyen, uzun süren ve yoğun bir mücadele. Bu sadece halklar arasında rekabet olarak değil, aynı zamanda halkın içinde güç elitleri ve giderek yoksullaşmış kitleler arasında ortaya çıkacaktır.
Tarih bize senaryo alıştırmalarının yapabileceğinden fazlasını öğretir. Borç balonlarının ortaya çıkması, ekonomik daralma ve aşırı eşitsizlik mevcut tarihi duruma özgü değildir. Daha önce özellikle öğretici ve önemli bir örnek geç 18. Yüzyıl’da Fransa’da meydana gelmiştir. O zamanki sonuç -kendisiyle beraber savaş, despotluk, kitlesel kıyımlar ve altta yatan ekonomik sorunları ele almada tam bir başarısızlık getiren- Fransız Devrimidir. ( Fransız Devrimi ile ilgili üç mükemmel kısa videoya buradan, buradan ve buradan bakınız). Sıklıkla, bu durumda olduğu gibi, ekonomik daralma altında sıkıntı çeken uluslar, kaynakları boşa çıkarmak için ordularını küçültmek yerine hem ganimet kazanmak, hem de kızgın delikanlı çetelerine hayal kırıklıkları için kendi yönetimlerinden başka bir hedef vermek umuduyla, savaşa girerek militarizmlerini katlamışlardır. Bu oyun çok nadiren başarılı olur: Napoleon bir süre işlemesini sağlamıştır fakat çok fazla sürmemiştir. Fransa (ve halkının çoğu) ayaklanmayı atlatmıştır. Ancak daha sonra, 19. Yüzyılın şafağında Avrupa bir başka devrimin ucundaydı -fosil yakıta dayalı sanayi devrimi– ve on yıllar sürecek ekonomik büyüme ufukta parlıyordu. Bugün fosil yakıt arz eğrisinininiş tarafından aşağıya doğru uzun kayışımıza yeni başlıyoruz. Kaçınılmaz toplumsal çatışmaları Fransızlardan daha akıllıca mı ele alacağız? Tarihten ders alacak mıyız?
Tarihsel toplumsal çatışmalar kimi zaman sağ kanat grupların sol demokratik ulusal yönetimlere karşı çıkıp onları devirmesi (1920’ler Almanyası), bazen de solcu grupların merkez sağ veya aşırı sağ yönetimlerle mücadelesi (1960 ve 70’lerde Nikaragua) şeklini almıştır. Günümüz ülkelerinde kendi yörüngelerinde oldukça farklılaşan bu her iki tür çatışma için de bolca potansiyel bulunmakta. Eğer ikamet edeceğiniz ülkeyi seçme lüksüne sahip gezgin bir dünya vatandaşı iseniz bu makale beklentilerinizi netleştirmede muhtemelen yardımcı olabilir.
Büyük resim üzerinden düşünmek bilgiye erişimi ve düşünmeye zamanı olanlar için faydalıdır; bir perspektif algısı ve daha etkili eylem için potansiyel sağlar. 21. Yüzyılın savaş alanının önünde Arjuna gibi oturan bizler için şu soru ortaya çıkar: Uygun rolümüz nedir? Çatışmaya girmeli miyiz? Ya da çatışmayı engellemek, çatışmayı çözmek veya çatışmadan kaçınmak daha mı iyidir? Farklılaşan koşullar ve kişisel mizaçlar farklı cevaplar getirecektir. Bu makale bir polemik olsaydı, okuyucuları merkezi politik ve ekonomik güce direnmek ve karşı koymak için dolduruşa getirebilirdi. Ancak burada amacım bu değildir; aksine, sadece çatışmanın tabiatını incelemek ve denge/kırılma noktalarının nerelerde olabileceğini görmektir; bu basit çözümleme ile ne yapacaklarına karar vermek okurlara kalmış.
Burada ana hatları çizilen öncül ve senaryolar gerçeğe muğlak bir şekilde bile uygun düşerse, o zaman yerelcilik er ya da geç kaderimiz ve hayatta kalma stratejimiz olacak. Apaçık gözükmektedir ki çatışmaya dair duruşumuz ne olursa olsun, pratik yetenekler edinnmeye, daha fazla kendine yetmeye ve komşularımızla güven bağları kurmaya harcanan çabalar uzun vadede kendini amorti edecektir.
Yazının orjinal adresi: http://www.postcarbon.org/article/714558-the-fight-of-the-century