Bir Sayfa Seçin

SAHİPLENMEYİ BIRAKIP İLİŞKİ KURMAYA DOĞRU 

Doğa bizim malımız değil – doğayla ilişki halindeyiz. Doğa bize ait değil, biz doğaya aitiz.

Yazan: SATISH KUMAR (çev: hira d.)

“Beyazlar gelip yerleştiklerinde, Kuzey Amerika’nın yerli halkları arazi mülkiyeti kavramını bir türlü idrak edemedi. Bu yüzden de, Avrupalılar gelip de onlar için aynı derecede anlaşılmaz olan birtakım kâğıtları imzalattığında, yerlerinden yurtlarından oldular. Onlar kendilerini topraklarına ait hissediyordu, ama toprak onlara ait değildi.” – Eckhart Tolle Ian

Hopton, ‘Work, Gift and Theft’ (Çalışma, Hediye ve Hırsızlık) adlı makalesinde mülkiyetin meşruluğunu sorgular. Bir tarafta yoksulluktan müzmin bir şekilde kıvranan insanlar ile diğer taraftan doğal kaynakların bir avuç insanın elinde olması birbiriyle bağlantılı mıdır? Yanıt: Evet, öyledir. Gecekondularda yaşayanların ve yoksul kırsalın büyük çoğunluğu topraktan, ormanlardan ya da balıkçılık alanlarından yararlanamamakta. Bu doğal kaynaklar bir avuç kişisel mülkiyetin emrine amade. Hayatta kalmayı sağlayacak araçlar giderek daha az insanın elinde toplanmakta.

Toprağı, ormanları, nehirler ve okyanusları nasıl mülkiyetimize alabiliriz ki? Hava ve güneş ışığı gibi, gıda ve su da doğanın hediyeleridir – bunlara herkes eşit şekilde ulaşabilmelidir.

Biyologlara göre, Yerküre’de yaklaşık 300 milyon tür mevcut. İnsanlar haricindeki bütün canlıların -aslanlar, filler, maymunlar, yılanlar, arılar, solucanlar, kelebekler- yemeği ve suyu ücretsiz. Bunları almak için çek defterine, kredi kartlarına veya nakit paraya ihtiyaçları yok. Sadece insanoğlu hayatta kalmanın temel gereksinimlerine ücretsiz, özgürce ulaşmaktan mahrum. Bizler, gıda ve suya erişim anlamında insan türünü diğer bütün türlerden aşağı kılan bir mülkiyet sistemi yarattık. Marketlerin depolarında tonlarca gıda çürüyebilir, piyasa değerinin aşağısında kalan tonlarca tahıl başağı yakılabilir; ama insanların parası yoksa gıdadan ve sudan mahrum kalacak demektir.

Gıda ve suyu, para tacirleri ve bankaların kontrolündeki parayla alınıp satılabilen birer emtiaya dönüştüren bir sistem yarattık. Para bir değiş tokuş aracı olarak kullanılacaktı, ama gerçekte hayatlarımızın patronu haline geldi. Para hep sadece belli ellerde toplandığından, bütün insanların yeterince paraya sahip olması olanaksızdır; bu yüzden de Yerküre’deki her bir insanın gıda ve suya ulaşması mümkün değil.

Dolayısıyla, yoksulluk doğal bir olgu değil: tamamen insan tasarımının ürünüdür.

Günümüzde, yoksullukla mücadele etmek de büyük bir işkoluna dönüşmüş durumda. Halihazırda para içinde yüzenlerin daha da fazlasını kazanmasını sağlamakta. Geçmiş altmış yılda her bir ülkede başa geçen her bir hükümet yoksulluğu azaltmaktan dem vurdu. BM kurumları, yardım kuruluşları, Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası, IMF ve yardım örgütleri yoksulluğu azaltmakla meşguldü. Dünya liderleri en iyi niyetleriyle yeni binyıl için hedefler belirledi. Bu dev faaliyetlerin son örneği, G8 liderlerinin Gleneagles’te yaptıkları zirvedeki şaşalı bildirileri ve Avrupa’nın çeşitli başkentlerinde yapılan Live 8 konserleriydi. Ancak edilen bütün o laflar ve medyada kopartılan fırtınaya, ‘Yoksulluğu Tarihe Gömmek’ sloganlarına karşın, yoksullar her geçen gün daha da yoksullaşırken zenginler de servetlerine servet katmakta. Servet düzenli olarak yoksul ülkelerden zengin ülkelere akmakta.

Hal böyleyken, dünyanın önündeki acil sorun yoksullara daha fazlasını verebilmek değil, yoksullardan daha az almaktır; zenginlerin yoksulların sırtından inmesi ve onların yollarından çekilmesi gerekiyor ki yoksullar kendilerine bakabilsin.

Yoksulluğu hafifletme programlarından esas fayda sağlayanlar müteahhitler, mühendisler, planlamacılar, tüccarlar, bürokratlar ve yardım yetkilileri olmuştur. Yoksullukla mücadele adına devasa barajlar yapıldı, milyonlarca insan zorla yerlerinden yurtlarından, köylerinden edildi ve gecekondularda yaşamaya mahkûm bırakıldı. Gıda üretimini artırmak adına tarım endüstriyelleştirildi ve mekanikleştirildi, çiftçiler işsiz kaldı, aile çiftlikleri battı, küçük çiftlikler borca boğuldu ve ekonomik olarak hayatta kalamadı. İstihdamı artırma adına, tüketim mallarının toptan üretimi başladı, zanaatkârlar ve meslek sahipleri işsiz kaldı. En basit ifadesiyle, yoksullukla mücadele adına yapılan her şey yoksulluğu artırdı, imtiyaz ve güç sahiplerinin elini daha da güçlendirdi.

Adaletsizliği ortadan kaldırmadıkça yoksulluk ortadan kalkmayacak. Doğal kaynaklara, gıda ve suya özgür erişim bütün canlıların en doğal hakkıdır. Bu hakkın inkârı yoksulluğun nedenidir. Sorun yoksulluk değildir; sorun adaletsizliktir. Köktenci bir paradigma değişimi gerçekleştirmeliyiz, mülkiyet yerine karşılıklı ilişkilere geçmeliyiz. Doğanın sahibi değiliz, doğayla karşılıklı bir ilişi halindeyiz. Doğa bizim malımız değil, biz doğaya aidiz. Doğa bütün canlılara bakıp onları besleyen bir lütuftur. Mülkiyet bizi materyalizme mahkûm etmekte. İlişki kurmak ise bizi hem ruhani özgürlüğe götürüyor hem de açlıktan kurtarıyor.

Özel mülkiyetin sonlandırılması devlet mülkiyetine ya da toplu mülkiyete geçmek demek değildir. Sorun doğanın şahıslarca mı yoksa yönetimlerce mi sahiplenileceği sorunu değildir. Sorun mülkiyet anlayışının ta kendisidir. Hata insanoğlunun doğaya sahip olması fikrinde yatmakta. Mülkiyet kontrol etmek, ilişki kurmaksa katılım demektir. Doğayı kontrol edemeyiz, ancak doğanın işleyişinin bir parçası olabiliriz. Biz insanlar da doğanın bir parçasıyız. Doğan her şey doğadır.

Yoksulluk gıda eksikliğinden değil gıdaya erişememekten kaynaklanır. Doğa bolluk, bereket içerir. Tek bir elma tohumu yıllar boyunca yüzlerce elma üretir. Milyonlarca canlı türü para olmaksınız açlık ve susuzluklarını gideriyor da insanlar bunu niye yapamasın? Mahatma Gandhi, “Dünya herkesin karnını rahat rahat doyurabilir, ama herkesin açgözlülüğünü doyurmaya yetemez” demişti. Yoksulluk Dünya’nın hediyelerinin sadece bir avuç insanın elinde toplanmasının sonucudur.

Satish Kumar Resurgence e-dergisinin editörüdür.

Bu yazının orijinal adresi:

http://eartheasy.com/blog/2010/03/from-ownership-to-relationship/