Bir Sayfa Seçin

PARAYLA İLGİLİ DÖRT YAYGIN YANLIŞ KANI

Margrit Kennedy

Paraya dair kanılarımız içinde yaşadığımız dünyaya dair kanıları aynen yansıtır; bu kanılar dünya üzerinde yaşayan insan sayısı kadar çeşitlilik arz eder. Lakin, burada bahsedeceğimiz dört yanlış kanı, günümüz para sistemini niye değiştirmemiz gerektiğini ve bunun yerine ne tür mekanizmalar koymamız gerektiğini kavramamıza engel olan en yaygın kanılardır.

Birinci Yanlış Kanı

SADECE TEK BİR BÜYÜME TARZI MEVCUTTUR

İlk yanlış kanı büyüme ile ilgilidir. Sadece tek bir büyüme tarzının, yani doğanın -kendimizde de gözlemlediğimiz- büyüme tarzının var olduğuna inanma eğilimindeyizdir. Şekil 1’de ise birbirinden farklı üç büyüme modeli gösterilmekte:

Eğri A, doğadaki biz insanların ve de hayvanlar ile bitkilerin riayet ettiği olağan fiziksel büyüme modelinin idealize bir biçimini gösterir. Hayatımızın ilk yıllarında bir hayli hızlı bir şekilde büyürüz, ergenliğimize girdiğimizde büyümemiz yavaşlar, genellikle de yirmi bir yaşı civarında büyümemiz durur. Ancak bu durum bizim -“niceliksel” değil de “niteliksel” olarak- daha da büyümemize engel değildir.

Eğri B, mekanik ya da doğrusal bir büyüme modelini gösterir; ör., daha çok sayıda makinenin daha fazla mal üretmesi, daha çok miktarda kömürün daha fazla enerji üretmesi gibi.

Eğri C, eğri A’nın tam tersi olarak tarif edilebilecek bir katlamalı (üssel) büyüme modelini gösterir; burada büyüme başlangıçta gayet yavaştır, giderek hızlanır ve son aşamada neredeyse dik bir görünüm sunar. Fiziksel gerçeklikte bu büyüme modeli genellikle bir hastalık veya ölüm yaşanan durumlarda ortaya çıkar. Örneğin, kanser bir katlamalı büyüme modeli ortaya koyar. Başlangıçta çok ağır bir ilerleme gösterir, keşfedildiği zamanda ise genellikle artık durdurulamayacak bir büyüme evresine geçmiştir. Fiziksel gerçeklikte katlamalı büyüme genellikle taşıyıcı bedenin ve buna bağlı olan organizmanın ölümüyle sonlanır.

Faize ve bileşik faize dayalı paramız düzenli aralıklar içinde ikiye katlanır; paramız katlamalı bir büyüme modeline göre işler. Günümüzde para sistemimizde niye sorunlar yaşandığını bu olgu açıklamaktadır. İşin aslı, faiz, içinde bulunduğumuz toplumsal yapıda kanser gibi hareket eder.

Şekil 2 paramızın bileşik faiz oranlarında ikiye katlanması için ne kadar süre gerektiğini göstermektedir:

  • %3 oranında, 24 yıl;
  • %6 oranında, 12 yıl;
  • %12 oranında, 6 yıl.

%1’lik bir bileşik faiz oranında bile katlamalı büyüme eğrisi devrededir, paramız 72 yılda katlanır.

Biz bedenlerimiz üzerinden sadece doğadaki optimum bir büyüklükte sona eren fiziksel büyüme modelini deneyimleriz (Eğri A). Bu yüzden, insanların fiziksel gerçeklikte vuku bulan katlamalı büyüme modelinin etkilerini tam olarak idrak etmesi kolay olmaz.

Bu olgu belki de en iyi şekilde, yeni duyduğu satranç adlı oyundan büyülenen ve oyunun mucidinin isteyeceği tek bir dileği yerine getirmek isteyen Pers imparatorunun meşhur öyküsüyle izah edilebilir. Bu zeki matematikçi imparatordan sadece tahıl tanesi ister, miktarını da şu şekilde belirler: tahtanın ilk karesinde bir tane, sonraki her karede bir öncekinin iki katı. İlk başta bu talebi gayet mütevazi bularak sevinen imparator, kısa bir süre sonra imparatorluğunun bütün tahıl birikiminin bu “mütevazi” talebi karşılayamayacağını anlayacaktır. Satranç tahtasının 64. karesine varıldığında ortaya çıkan rakam gezegenimizin toplam tahıl üretiminin 440 katına varır.

Konumuzla ilgili benzer bir mukayese de şudur; İsa’nın doğumunda %4’lük bir faizle yatırılan bir penny ile 1750’de dünyanın ağırlığına denk bir çanak altın almak mümkün olacaktır. 1990’da ise aynı ağırlıkta 8,190 çanak almak mümkün olacaktır.  Faiz oranı %5 olduğunda, bahsettiğimiz çanak altın 1466’da alınabilecek; 1990 yılında ise dünyanın ağırlığına denk 2,200 milyar çanak altın alınabilecektir. Bu örnek %1’lik bir oranın yarattığı muazzam farkı ortaya koyar. Aynı zamanda da, faiz ve bileşik faizin düzenli şekilde ödenebilmesinin gerek aritmetik gerekse pratik olarak olanaksız olduğunu gözler önüne serer. Bu ekonomik gereklilik ve matematik olanaksızlık sayısız çatışmaya, savaşa ve devrime yol açmıştır.

İkinci Yanlış Kanı

SADECE BORÇ ALIRSAK FAİZ ÖDERİZ

Para sistemimizde uygulanan faiz mekanizmasının etkilerini tam olarak kavramakta zorlanmamızın bir diğer nedeni, bunun gizli bir şekilde işlemesidir. Bu yüzden, sadece borç para aldığımızda faiz ödediğimize, faiz ödemek istemiyorsak tek yapmamız gerekenin borç para almamak olduğuna dair yaygın bir diğer yanlış kanı oluşur.

Oysa faiz satın aldığımız her şeye dahil edilmiştir. Bunun tam miktarı, satın aldığımız mal ve hizmetlerdeki emek ile sermaye maliyetlerinin oranına göre değişiklik gösterir. Örnek verirsek, (Almanya, Aachen’de, 1983 yılı itibariyle) kapital faizi giderlerinin payı çöp toplama ücretlerinde %12, içme suyu ücretlerinde % 38, kanalizasyon ücretlerinde % 47’dir. Çöp toplamada kapital faizinin payının %12’de kalması, burada parasal giderlerinin payının düşük ve fiziksel emeğinse bir hayli yüksek oluşundandır. Aldığımız mal ve hizmetler için ödediğimiz ücretlerde parasal maliyetlerin oranı ortalama %50’dir.

Üçüncü Yanlış Kanı

MEVCUT PARA SİSTEMİNDE FAİZDEN HEPİMİZ EŞİT ŞEKİLDE ETKİLENİRİZ

Para sistemimizle ilgili üçüncü yanlış kanı şu şekilde formülleştirilebilir: Borç para alırken ya da mal veya hizmet satın alırken herkes faiz ödemesi gerektiği için, mevcut para sistemimizde hepimiz aynı konumdayızdır.

Şekil 3

Bir yanlış daha. İşin aslı, sistemde kimin kâr ettiği ve kimin cebinden para çıktığına bağlı olarak büyük farklılıklar bulunur. Şekil 3’te Alman nüfusunun sayıca eşit on grubunda vuku bulmuş faiz ödemeleri ve kazançlarına dair bir karşılaştırma yer almaktadır. Tabloda, nüfusun (gelirlerine göre gruplandırılmış) ilk sekiz kesiminin kazandıklarından daha çok faiz ödediği, dokuzuncu kesimin ödediğinden biraz daha kazandığı ve onuncu kesimin ödediği faizin iki katı kadar faiz kazancı elde ettiği ve ilk sekiz kesimin kaybettiği faizi kazanç olarak cebinde topladığı görülmektedir. Bu durum, gayet basit ve doğrudan bir şekilde, neden “zenginin daha da zenginleştiğini ve fakirin daha da fakirleştiğini” ortaya koyar.

Faiz kazancı açısından nüfusun son %10’luk kesimini daha dikkatli bir gözle incelersek, bir başka katlamalı büyüme modeli ortaya çıkar. Bu kesimin son %1’lik diliminde gelir sütununun en az 15 kat uzatılması gerekecektir. Son %0.01’lik dilimde ise 2,000 kat.

Diğer bir deyişle, para sistemimizde, ihtiyaç duyduğundan daha az paraya sahip olanlardan ihtiyaç duyduğundan daha fazla paraya sahip olanlara düzenli olarak para aktaran örtük bir yeniden dağıtım mekanizmasının işlemesine izin vermekteyiz. Bu, Marx’ın açıklamasına kıyasla biraz farklı, daha ince ve etkili bir açıklamadır. Marx üretim alanındaki “artı değer” kaynağına dikkat çekerken kuşkusuz haklıydı. Lakin, “artı değerin” dağıtımı büyük bir ölçüde tedavül alanında gerçekleşir. Bu durum onun zamanına göre günümüzde çok daha net görülmektedir. Çok daha büyük miktarlarda para giderek sayıları daha azalan şahıs ve şirketlerin elinde toplanmaktadır. Örneğin, dünya çapındaki nakit akış fazlası 1980’den 1990’a ikiye katlanmıştır. Dünya Bankası dünya çapındaki para akışının dünya ticareti için gereken finans miktarından 15 ila 20 kat fazla olduğunu tahmin etmektedir.

Faiz ve bileşik faiz hastalıklı bir ekonomik büyümeye yol açmanın yanı sıra, Dieter Suhr’un işaret ettiği gibi pek çok ülkede bireylerin anayasal haklarının aleyhinde işler. Bir anayasa her bir bireyin kamu hizmetlerinden eşit şekilde yararlanmaya hakkı olduğunu garanti altına almaktaysa; o halde halkın %10’unun, ellerine ceplerinden çıkanlardan daha az giren  %80’in pahasına, bu hizmetler için sürekli daha az ödeyip daha çok kazanç sahibi olmasını sağlayan bir sistem yasadışıdır.

Dördüncü Yanlış Kanı

ENFLASYON SERBEST PAZAR EKONOMİLERİNİN AYRILMAZ BİR PARÇASIDIR

Dördüncü yanlış kanı ekonomi sistemimizde enflasyonun rolüne ilişkindir. Çoğu insan enflasyonu para sistemlerinin ayrılmaz bir parçası olarak, neredeyse “doğal” bi şey olarak görmekte; dünyada enflasyonsuz bir serbest pazar ekonomisi mevcut değil çünkü. Çeşitli Ekonomik Göstergelerin Gelişimini gösteren aşağıdaki tabloda enflasyona yol açabilecek çeşitli etkenler görülmekte. Kamu geliri, GSMH ve ortalama kazanç sahiplerinin maaş ile ücretleri 1968 ila 1989 arasında “sadece” yaklaşık %400 artarken, devletin faiz ödemeleri %1,360 artmış.

Buradaki gidişat açıktır – sanayileşmiş devletler de bile eninde sonunda kamu borçları kamu gelirlerini kat be kat aşacaktır. Eğer bir çocuk, diyelim bir ile dokuz yaşları arasında üç kat boy atar ama ayakları bedenine göre on bir kat daha fazla büyürse, o çocuğu hasta olarak kabul ederiz. Buradaki sorun pek az insanın para sistemimizdeki hastalık işaretlerini görebilmesi ve bunların da çok azının buna bir çözüm sunabilmesidir.

Enflasyonun, yönetimlerin giderek tırmanan borçların yarattığı berbat sorunlarla bir şekilde başa çıkmak üzere başvurduğu bir vergilendirme biçimi olduğunun pek az kişi farkında. Şurası açık ki, gelir ile giderler arasındaki fark açıldıkça, enflasyonun daha da tırmanması gerekecektir. Merkez bankalarına para basma izni vererek yönetimler borçlarını azaltmaya çalışıyor. 1950 ila 1989 arasında Alman Markı sürekli değer kaybetti, 1950’deki 1 mark 1989’da 28 fenning’e karşılık geliyordu. Bu devalüasyon halkın genellikle kazandıklarından daha fazla ödeme yapan %80’lik kısmını çok daha derinden etkiledi. Bu kesim, gelir diliminin en tepesindeki %10’luk kesimin yaptığı gibi, “enflasyona dayanıklı” varlıklara, gayrimenkullere ya da diğer yatırım araçlarına varlıklarını yönlendiremedi.

ABD’de son 33 yılda özel ve kamu borcu %1,000 arttı; burada en büyük pay özel sektöre ait. Ancak bu artışın desteklenmesi için Federal Yönetimin bütün kaynakları -kredi garantileri, sübvansiyonlu ev kredileri, düşük teminatlar, uygun ödeme şartları, vergi kredileri, ikincil piyasalar, mevduat sigortası, vb.- devreye sokuldu. Bu politikanın izlenmesinin nedeni, faiz sisteminin yarattığı sonuçların nüfusun büyük çoğunluğu için tahammül edilebilir hale getirilebilmesinin tek yolunun, paranın katlamalı büyüme oranına ayak uyduran bir ekonomik büyüme yaratılmasıdır – yani giderek artan, döngüsel bir etkiye sahip bir kısırdöngü yaratmak.

İster enflasyonla, ister toplumsal eşitsizlikle isterse de çevrede yarattığı tahribatla ilgili sonuçlarına bakalım, “akıldışı finansal obsesyonun” yerine parayı tedavülde tutacak daha makul bir mekanizmayı devreye sokmak pek çok bakımdan daha anlamlı olacaktır.

Kaynak metin: Interest and Inflation Free Money, Margrit Kennedy; SEVA, 1995.

(çeviri: hira d.)

(Kitabın ilerleyen sayfalarında paranın sürekli tedavülde kalmasını sağlayarak toplumsal adaletsizlikler yaratmamasını sağlamaya yönelik öneriler verilmekte, denenmiş örnekler ele alınmaktadır. Bu kitabı basmak isteyenler çeviri için benimle iletişim kurabilir.)