Bir Sayfa Seçin

Ekoloji, Yiyecek ve Ekonomi Üçgeni

Yazan: Emet Değirmenci

 

…sesimizi duyurmak için yağmur çamur demeden günlerce yürürüz
– Brezilya Topraksızlar Hareketi’nden bir konuşmacı

 

Son 16 yıldır toprak ve yiyeceğe ilişkin bağımı gittiğim her ülkeye taşıyor ve mümkünse ilk elden öğrenmeye çalışıyorum. Yazıma Brezilya Topraksızlar Hareketi’nden (Movimento dos Trabalhadores Rurais Sem Terra) genç akademisyen bir kadın Janaina Stronzake’nin geçen sene Seattle’daki bir konuşmasıyla başlamak istiyorum. “Ben bir Topraksızlar Hareketi çocuğuyum . 2011 yılı itibariyle Brezilya da 350 000 topraksız köylü aile var. Çoğumuz yıllardır naylon barakalarda yaşıyoruz ve örgütlenip boş toprakları işgal etmekten başka çaremiz yok” (1). Onlarca senedir otonom (kendi kararını kendi veren) bir yaşam kurarak yiyeceklerini toplumsal kent bahçelerinden, enerjilerini de olabildiğince çatılarına attıkları güneş panellerinden karşılayan bu kesim aynı zamanda dünyaya umut saçıyor. Türkiye’de ise topraksızlaşma henüz fazla görünür olmasa da gerek özelleştirme, gerekse küçük arazi sahiplerinin tarlalarını büyüklere satmak zorunda bırakılmasıyla sürüp giden bir akış var. 1980′lerden bu yana estirilen neoliberal politikalar ise kır nüfusunu yok edip insanları tamamen endüstriyel gıda sistemine teslim etmiş durumdadır. Keza bugün köy pazarında yer alması dahi fazla görülen bir kırsal kesim var.
Geçen sene yaklaşık 50 milyon Amerikalı yiyeceğini karneyle alıyordu ki; bu rakam tarihte görülen en büyük rakam olarak belirtiliyor. 2008′de patlak veren yiyecek krizi fukaraya yiyeceğinin fazlasını ver (Food Bank), ya da karne sistemiyle sübvanse edilse de gidişat yiyecek krizinin daha da artacağını gösteriyor. Üstelik bu durum taşıma kapasitesi denilen nüfusun çok artıp dünya topraklarının besleyemez duruma gelmesinden değil, kapitalizmin kendisi ve limitsiz büyümesinin sonucudur! Dolayısıyla toprağın nasıl kullanıldığı ve paylaşımın nasıl olduğuyla da yakından ilişkilidir. Bu yazıda yiyecek krizi; ekolojik ve toplumsal krizle birlikte ele alınıp kendini besleyen bir toplumun nasıl yaratılabileceğine dair ipuçları verilecektir.

topraksızlaştırma
Uygarlığın yaklaşık 10 000 yıl önce tarımla, bir başka deyişle yenebilir bitkiler ve hayvanların evcilleştirmesiyle başladığı söyleniyor. Böylece göçebelikten kurtulup yerleşik yaşama geçmiş idik. Mezapotamya’dan hububat çeşitleri dünyaya yayılırken, Meksika’dan mısır, Peru’ dan patates, Kazakistan’dan elma vb şekilde devam ederek tarım ürünleri dünyaya yayıldı. İkinci Dünya savaşı sonrası ise toprak çevirmelerin (Land Grabing) artmasıyla farklı boyutlara ulaştı. Tarımın kontrol altına alınma çabası yanında toprak çevirmeler günümüzde modernlik kazanmış bulunuyor. Çünkü endüstriyel ölçekte genetiği değiştirilmiş bitkilerle biyo-yakıt üretimi konusu bir başka tür toprak çevirmedir.

 

1980 sonrası ise Doğrudan Yabancı Yatırım FDI (Foreign Direct Investment), olarak bilinen yabancıların bir başka ülkede yatırım yapmaları ya da 99 yıllığına kiralama olarak neoliberal tarım politikalarıyla karşı karşıya kaldık. Bugün Avrupa pazarı için organik tarım yapan ulusal ve ulus ötesi şirketlerin Anadoluda cirit attığını görüyoruz. Bir başka deyişle sahipliğin el değiştirdiği bu yeni duruma yeni bir işgal (neocolonization) deniliyor. Böylece piyasanın örüntüsü ulusal şirketlerin yardımıyla ulus ötesi şirketlere taşınmış oluyordu. Yalnızca yiyecekte değil, bu durumu aynı zamanda HES projeleriyle bir başka deyişle suyun kontrolü ve özelleştirilmesi olarak da karşımıza çıkıyor.

Yapılaşma, monokültür, kimyasal gübre ve tarım ilaçları, endüstriyel hayvancılık gibi yanlış toprak kullanımı nedeniyle karşı karşıya olduğumuz ekilebilir alanların azalması da bir başka konudur. 2005 yılında yapılan bir istatistiğe göre Türkiye’nin ekilebilir toprakları % 29.81 ile dünya’da 24. sıradadır (2). Ancak aradan geçen yedi yıllık sürede köprülerin altından çok su aktığı aşikâr… Bu bağlamda Türkiye’ye taşınmaya devam eden Avrupa’nın kirli endüstrileri de dikkate alınırsa son yıllarda karbondioksit emisyonlarımızın % 80’lere kadar neden tırmandığını görebiliriz.

Diğer bir nokta ise Avrupa ile alış veriş içinde olan yurdumuzu da yakından ilgilendiren Avrupa Ortak Tarım Politikları (Common Agricultural Policy)’nın geleceğine ilişkindir. Yürürlükte olan politikaya göre tarım bütçesinin %80’i büyük agrotarım işletmelerini desteklemeye gidiyor. Türkiye dahil 150′den fazla ülkeden temsilcileri olan Latin Amarikalı çiftçilerin birlikteliği La Via Campesina ile bağlantılı çalışan Neyeleni Avrupa Yiyecek Bagımsızlığı geçen yıl bir çağrı yaparak 2014 ile 2020 yılları arasında tarımın agroekolojik yöntemlerle yapılmasını ve geleneksel köylü tarımına geri dönülmesini önerdi (3). Ancak hangi ülkenin neyi ne kadar ekeceğine karar veren Avrupa Tarım Politikası bu tür köklü bir reforma acaba evet diyecek midir, orası soru işaretidir.

Yiyecekleri besin değeri açısından araştıran Amerikalı akademisyen ve aktivist Michael Pollan biyolojik çeşitliliğin korunmasını insanla bitkiler arasındaki simbiyotik ilişkiye bağlar. Doğayı monokültürle kontrol etmenin oldukça pahalı olduğu da ekler (4). Çünkü doğanın kendisi ancak doğal akışları destekler. Öteki türlü bir döngü oluşmaz ve buna öncelikle doğanın kendisi tepki verir. Örneğin, 1840′da (daha genetiği değiştirilmiş organizmalar söz konusu değilken) Lumber türü bir patates çeşidinin tek tür olarak ekilmesi sonucu Irlanda’da açlık krizi baş göstermişti. Günümüzde Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) ile güya dünya nüfusunu doyurmayı amaçlayan kapitalizm aynı zamanda değişik hastalıkların üretilmesine ortam hazırlıyor. Bu noktada sözü yine MST’li konuşmacıya verirsek: Örneğin, GDO’lu ürün piyasasını elinde tutanlardan DuPont ve Syngenta şirketleri bütçelerinin büyük bir kısmınını (geleceğin gıdasını üretiyorum aldatmacasıyla) tohumdan besin maddesine, tarım ilaçlarından tıbbi ilaçlara kadar bir dizi ‘tüketim maddesi’ üzerinden yılda %19.8 lık büyüme sağlamaktadır’ (1). Kısacası kapitalizm bir yandan endüstriyel gıdaya bizi mahkum bırakırken diğer yandan envai çeşit hastalık üreterek büyümesini sürdürüyor.

iklim değişimine adaptasyon ve karbon kredisi
Küresel iklim krizini de fırsat ve büyüme olarak gören kapitalist sistem, karbon ayak izini azaltma kapsamında iklim değişimine adaptasyon politikalarıyla da sürdürülemez politikasına devam ediyor. Ama bu kez kendini yeşillendirmeye çalışarak… Biyo-yakıt için yapılan mono kültüre dayalı tarım bunlardan biridir. Özellikle agrotarım işletmelerinin ürettiği biyodizel Asya ve Afrika’nın ekilebilir topraklarını gasbederek açlığı daha da büyütmektedir. Zaten iklim felaketleriyle boğuşan dünyanın fakir insanları bu kez ekilebilir arazilerini zenginlerin arabasına ekoyakıt yetiştirmek için kullanacaklardır. Ülke ve iklime göre GDO’lu mısır ya da kassawa, jatropha ve (bizde hint yağı çıkarılan) Castor bitkisi biyoyakıt hammadedlerinden bazılarıdır. Oysa bu yiyecekler o ülkelerin insanları ve hayvanları için sofralarının geleneksel temel besin maddesi olagelmiştir.

Dünya iklim konferanslarının müdavimi olan Via Campesinalı çiftçiler açısından doğru mesaj üretmek önemlidir. Kopenhag da çiftçiler Kyoto Protokolü’nü uygun bulmadıklarını vurgulamışlardı. 1990′da ise eşik değer olarak belirlenen %30′luk indirim için endüstrileşmiş ülkelerin öncelikle kendi ön ve arka bahçelerine bakmalarını önerdiler. Via Campesina öncülerinden Albetro Gomez şöyle diyordu: “agro ekolojik geleneksel tarım alternatif ve gerçek bir çözümdür. Tarım kâr edilecek bir iş olarak görülemez” (1) .

geleceğin yeşillenemez ekonomisi
Leonard DiCaprio’nin yapımcısı olduğu 11. Saat (11th Hour) filminde Kenny Ausubel, “en büyük tahribat küresel ekonomik güçtür” der ve ekonomik büyümenin biyosferi yemeye başladığını belirtir. Bu da gelinen noktanın ekoloji ve ekonomik açıdan kritik değeri aşmak üzere olduğunu gösteriyor. Kapitalist üretim ve tüketim modelinde ön görülen sürekli büyümenin doğanın tabiatına aykırı olduğu apaçık ortada olduğuna göre şimdi kendimize bazı sorular soralım: sağlıklı yaşam standardı nedir? Temiz su, hava ve toprağa ulaşmak için büyüme ekonomisi yerine yetinme ekonomisi koyarsak ne olur? Doğal döngüde her canlı doğar, büyür olgunlaşır ve sonra da toprağa karışır. Toprağa karışmayan ve makine gibi işleyen kimliksiz sistemde ne kadar atıl bir enerji vardır? Aynı zamanda pompaladığı kültürle betonlaşmış beyinler ve makine gibi işleyen ve yönetimi de o şekilde gören insanlar yarattı! Bundan kurtulursak ne kadar yapıcı bir enerji ortaya çıkacağını düşünebiliyor musunuz?

Toplumsal açıdan ırkçı ve milliyetçi görüşler içeren yazının giriş bölümünde söz ettiğimiz taşıma kapasitesi denilen kavrama da biraz değinirsek bunun ekolojik dönüşüme değil ırkçı politiklara hizmet ettiğini görürüz. Kısacası kapitalizm kabuk ve renk değiştiriyor. Sanki ekmeği eşit mi paylaşıyoruz ki taşıma kapasitesinden söz ediyorsunuz? Ayrıca gelişmiş ülkeler için geçerli olan ve bacasız sanayi denilen turizm ve eğitim endüstrilerine dayanan ekonomi politikası da gök yüzünün bir başka yerinde sizin için bir yerleri kirletmiyor mu? Bacalı endüstriyel etkinliği coğrafi olarak uzak ülkelere taşıyarak ne kadar etik yeşil bir dönüşüm olabilir? Bu durum çöpü Küresel Güney’in halısı altına süpürmek değil midir?

 

Her yıl cep telefonunu yenileyen, her iki yılda da bir bilgisayarını elektronik atık yığınına koyup onun Asya ve Afrika ükelerine gönderildiğinden memnunluk duyan insanın vicdanı ne kadar rahattır? Ucuz iş gücü ve çevre standartlarının olmadığı bir ülkede onları söküp parçalara ayıran hiö bir sigortası olmayan çocuk ve kadın işçiler bir dizi hastalıklara yakalanırken vicdanınız ne kadar rahattır? Burada Nükleer, kömür vb gelişmiş ülkelerin söküp attığı enerji tesislerinin ya da endüstrilerinin Güney ülkelerinde pazarlandığı konusuna girmiyorum. Yoksa kapitalizm gelecekte gökyüzünü demir duvarlarla bölüp büyümesini sürdürebilmeyi mi planlıyor?

Kapitalizm yalnızca Güney ülkelerinde değil, aynı zamanda kendi ülkelerinde de açlık yaratmaktadır. Yiyecek güvenliği açısından bakarsak; örneğin ABD de 50 milyon insan gerek yeterli beslenemediği, gerekse alım gücü olmadığı için yiyecek açısından kendini güvende görmüyor (5). Yiyeceğin temel insan hakkı değil de ticari bir meta olarak görülmesi sonucu bugün ABD’nin 1 milyon insanı direk açlıkla yüz yüzedir. Küresel olarak bakarsak 2008′de öncelikle Arap ülkelerinde baş gösteren yiyecek krizi onu kâr edilecek bir alan olarak görmesi nedeniyle yiyecek reklamlarına büyük bütçeler ayrılıyor. Yiyeceğin kendi ederinden daha çok para reklamlara harcanıyor. Oysa altını deştiğimizde sağlıklı yiyeceğin reklama gereksinim duymadığını görüyoruz. Bu nedenle sağ duyulu besin uzmanları reklamı yapılan yiyeceği almayın uyarısında bulunuyorlar. Örneğin, GDO’lu yüksek fruktozlu mısır şurubu içeren yiyecekler en çok reklam edilenlerdendir. Üstelik şifa niyetine yediğimiz bal bunlara dahildir. Çünkü arılar da bu şurupla beslenmektedir.
Petro kimya endüstrisine dayalı tarım ve hayvancılığın sera gazı emisyonlarındaki payının % 14 olduğu dikkate alınırsa endüstriyel yiyecek sistemini üretimden tüketime bir bütün olarak sorgulamalıyız. Küresel ekonomide besinin tarlada büyütülmesinden tabağımıza gelene kadar binlerce km’lik yol kattetiğini dikkate almalıyız. Yine Michel Pollan’a kulak verirsek bir Amerikalı’nın yiyeceği 1,500 millik yol kat ediyor. Somon balığı Alaska da yakalanıp oradan Çin’e ve New York’taki tüketiciye ulaştırılıyor. Kaldı ki ABD, yiyeceğinin %70′ ini Meksika ve Latin Amerika’dan ithal etmektedir. Benzeri durum Türkiye de yerel köylü pazarlarının büyük toptancı tırlarının alması  şeklinde görülüyor. Somon balığının Karadenizden değil, Norveç’ten, GDO’lu hayvan yeminin ABD ve Kanada’dan geldiği ve zararlı tarım ilaçlarının binbir çeşidinin pazarlandığı bir yurdumuz var.

sonuç yerine
Petrolün bitmesi üzerine panik yaratanlara katılmamakla birlikte ekolojik alışkanlıkların devrimden sonraya ertelenmesi görüşünde değilim. Ayrıca yeni sistemin tohumlarının eski sistem içinde atıldığını da unutmayalım. Ekosistemi onarmak için bugünden başka bir kültür yaratmalıyız. İşe başlamak için kaybettiğimiz kamusal alanları geri isteyerek ya da mahallemizde konu komşuyla yenebilir bitkilerden kollektif bir kent bahçesi yaratabiliriz. Bir buldozerle yaptığımız her şeyin bir gün yerle bir edilebileceğini söyleseler dahi bunu yapmalıyız! Yiyeceğimizi toplum destekli tarımla yakın çevredeki yetiştirilenlerden direk alıp onların yaşamasına katkıda bulunup sağlıklı yiyeceğe direk ulaşacak döngü yaratabiliriz. Via Campesina’nın önerdiği gibi tarımının agroekolojik yerli ve geleneksel köylü tarımına döndürülmesi  gerekiyor. Çünkü her ne kadar kapitalizm yeşil reformlarla kendini ‘eko’ kılmaya çalışsa da bizim söylemimiz farklıdır. Bunu alternatif bir kültür yaratma çabası olarak değerlendirmeliyiz.

2011 Yılı sonuna doğru NewYork’tan dünyaya yayılan Occupy (İşgal Et!) eylemleri yukarıda söz ettiğimiz dönüşümlerle bize kapitalizmin en zayıf halkasından değil, toptan yerle bir edilmesi gerektiğini söylüyor. Occupy bir başka deyişle emperyalizmi durdur anlamına gelen bu harekette en çok vurgulanan yiyecek bağımsızlığı ya da özgürlüğüdür. Sonra da bankalar ve paranın yerine ne konacağı… Yiyeceğin ulusal ve ulus ötesi şirketlerin egemenliğinden kurtarılıp yerel ve insani ölçeğe dönüştürülmesi ve halkın ihtiyacına göre toprağını nasıl kullanacağına kendisinin karar vermesi gerekir. Via Campesina bunu tarımın geleneksel ekolojik yöntemlerle yerele dönüştürülmesi olarak gösteriyor. Hindistan da GDO öncüsü ve imparatoru Montanso egemenliğine bayrak açıp Navdanya diye yerel bir tohum bankası kuran Hintli aktivist ve ekonomist Vandana Shiva der ki; önce aileni, sonra mahalleni/köyünü doyur. Eğer hala ürün fazlan varsa bölgesel pazara götür. Bu durumda ulusal ve hele hele uluslararası pazara götürecek ürün fazlan zaten kalmayacaktır. Özetle yerele odaklanırsak aynı zamanda karbon ayak izimizi de önemli ölçüde azaltmış olacağız.

İnsanın doğanın efendisi değil bir parçası olduğunu, yiyeceğin süpermarket raflarından değil doğal döngüde güneşten gelen enerjiyle, topraktan alınan mineral ve onu sarmalayan börtü böcekle paylaşıldıktan sonra tabağımıza geldiğinin farkındalığını yaratmalıyız! Var olan yıkımı durdurmak için direnenler açısından MST’ li konuşmacının bizim de tekrarlamamızı istediği son tümcelerle noktalarsak: Küresel Mücadele! Küresel Umut!

 

YARALANILAN KAYNAKLAR ve dipnotlar:
1. MSTinin de birlikte çalıştığı Latin Amerikalı köylülerin 2006 Roma Yiyecek Zirvesinden sonra yiyecek sisteminin demokratikleştirilmesi konusunda geliştirdikleri örgütlenme: http://viacampesina.org
2. Ekilebilir arazilerin ülkelere göre kıyaslandığı istatistik http://www.nationmaster.com/graph/geo_lan_use_ara_lan-geography-land-use-arable
3. Avrupa Yieyecek Egemenliği Konusunda video http://www.youtube.com/watch?v=th4uT2coXhk
4. Micheal Pollan, Botany of Desire kitabı
5. Nadia Cuffaro, David Hallam, ”Land Grabbing” in Developing Countries: Foreign Investors, Regulation and Codes of Conduct, Università degli Studi di Cassino FR,March 2011. Araştırma devam eden çalışma.
6. Fred Magdoff Ticari bir emtia olarak yiyecek, http://monthlyreview.org/2012/01/01/food-as-a-commodity.

Yazı Özgür Üniversite Forumu ‘Büyüme’ sayısında Ocak 2012 de yayınlanmıştır.

Yazının orjinal adresi:  http://kendineyeterlitoplum.wordpress.com/2012/01/27/ekoloji-yiyecek-ve-ekonomi-ucgeni-emet-degirmenci-2/