Bir Sayfa Seçin

Nüfus, Yoksulluk ve Yeryüzü Gezegeni
Nüfus konusu hiç kimsenin çözmeye yanaşmadığı bir sorun, ancak çözüm aslında kalbimiz kadar yakınımızda…

Yazan: Donella H. (Dana) Meadow

[nüfus, çevre ve kaynak tüketimindeki kritik eğilimlerin gelişmiş bir bilgisayar modelleme sistemiyle haritalandığı 1972 tarihli The Limits to Growth (Büyümenin Sınırları) ile bundan yirmi yıl sonra yayınlanan Beyond the Limits (Sınırların Ötesinde) kitaplarının da eş yazarıdır]

çeviri: Gözde Cüce (düzelti: Senem Gökçe Okullu)

 

1986 yılında Stanford Üniversitesi’nden bir grup ekolojist, Bioscience dergisinde bilim insanlarının tüylerini ürperten bir makale yayımladı. Ekolojister, günümüzde gezegenin karasal kaynaklı net birincil üretiminin yüzde 40’ını insanoğlunun kontrol ettiğini hesaplamışlardı.

 
Eğer daha fazla insan bunun ne anlama geldiğini anlayabilseydi, bu rakam gazetelerin başköşelerinde geniş yer tutardı.
Net Birincil Üretim (Net Primary Productivity), yeşil bitkiler tarafından tutulan ve biyokütle içinde sabitlenen güneş enerjisi miktarı ile bu bitkilerin kendi metabolizmaları için kullandıkları güneş enerjisi miktarı arasındaki farkı ifade eder. NBÜ, tüm bitkilerin bir yıl içindeki net büyüme oranına karşılık gelir ve bu nedenle, bütün gıda zincirlerinin temelini oluşturur. Yeryüzündeki diğer her canlı ya bitkilerle, ya bitkileri yiyenlerle ya da bitkileri yiyenleri yiyenlerle beslenir.
Yani net birincil üretim tüm canlı hayatı destekleyen enerji akışıdır.

 
Stanfordlu ekolojistlere göre, insanların doğrudan tüketimi ─ne yediğimiz, hayvanlarımızı neyle beslediğimiz, tuttuğumuz balık, kestiğimiz odun─ küresel net birincil üretimin sadece yüzde 3’üne denk gelmektedir.
Yarattığımız etki, net birincil üretime dolaylı katkımızda ─doğal ekosistemlerdeki canlı varlıklar yerine organizma topluluklarına yönlendirdiğimiz enerji akışında─ortaya çıkmaktadır. Bu akış, açtığımız toplam tarla ve mera arazisi, yakarak ya da keserek yok ettiğimiz ormanlar, şehirleşme ve insan kaynaklı çölleşmenin artmasıyla oluşan NBÜ kaybını içermektedir.

 
Doğanın doğrudan ve dolaylı olarak insani amaçlarla kullanımı, tüm gezegendeki net birincil üretimin yüzde 25’ine, karadaki üretimin ise yüzde %40’ına denk gelmektedir. Tabii bu ılımlı bir tahmin. Bu hesaplamaya, zehirli atıklar, asit yağmurları, ozondaki delinme, sera gazları ve kirliliğin diğer biçimlerinin yol açtığı ölçümü zor kayıplar dahil değil.
Stanfordlu yazarlar, kaynakların tek bir türe ve onun evcilleştirdiği türlere şimdikine denk bir miktarda yoğunlaşması durumunun kara bitkilerinin ilk çeşitlendiği günden bu yana muhtemelen hiç yaşanmadığını söylüyor. Ve bizim hâla büyüme planlarımız var. Önümüzdeki 35-40 yıl içinde insan nüfusunun ikiye katlanması bekleniyor. Yaşam standartlarının iyileştirilmesi içinse ekonomik büyümenin bunun iki katına gerekecek. Eğer böyle olursa, 20-30 yıl içinde gezegenin net birincil üretiminin hemen hemen tümü insanlığın kontrolü altında olacak.

 
Peki, bu durumda dünya nasıl bir yere benzeyecek?

 
Bazı ekolojistler, İngiltere ya da Hollanda’daki gibi toprağın neredeyse her santiminin insani amaçlarla işlenmiş olacağını söylüyor. Bazıları ise hububat, odun ve kâğıt ithal edecek ülkelere işaret ediyor. Onlar kendi net birincil üretim bütçelerinin üzerinde yaşayabiliyorlar, çünkü diğer ülkeler kendi sınırlarının altında. Bu, tüm dünyanın bütün olarak yapabileceği bir şey değil. Yüzde 100 net birincil üretim sınırında olan bir ekonomiye verilebilecek daha iyi örnekler Sahra bölgesi, Bangladeş ya da Hindistan veya Çin’in en kalabalık kısımları olabilir.

 
Kesin olan bir şey var: Dünyanın net birincil üretiminin daha fazlası insanlara aktarıldıkça, besleyip hasadını yapmadığımız türlerin payına düşenler de giderek azalıyor. Bir nesli tüketme dalgası zaten yürürlükte. Bir ekolojistin söylediği gibi, sağ kalanlar , bizim yol arkadaşlarımız ve koşuşan köpeklerimiz – evcil kedilerimiz ve kır kurtları, tavuklar ve güvercinler, buğday ve devedikenleri, sığırlar, bitler ve virüsler olacak.

 

Net birincil üretim hesaplamalarını yapan ekolojistlerden biri olan Paul Ehrlich, sonuçları şu şekilde tarif ediyor: daha az bülbül ve ördek, daha fazla sığırcık ve kara martı; daha az yerli yaban çiçekleri ve daha fazla zararlı ot; daha az kırlangıçkuyruklu kelebek ve daha fazla hamam böceği; daha küçük geyik sürüleri ve daha geniş fare sürüleri; daha az yenebilir deniz ürünü, daha az verimli tarlalar, daha az güvenilir içme suyu kaynağı ve daha çok çöl atığı ve kum fırtınası, daha sık gerçekleşen seller ve daha rahatsız edici hava şartları.

 
Yaban hayat yok olmuş olacak. Bizler için ise dünya muhtemelen yaşanabilir halde olacak; ama azaltılmış olanaklarla. Biyolojik sınırların eşiğinde yaşıyor olacağız. Bizlerin devamlılığını sağlayan gezegendeki yaşam döngüleri daha dirençsiz hale gelecek. Bir noktada türler giderek yok olurken doğanın örüntüleri çözülecek. Bu noktanın nerede olduğunu bilmiyoruz. Ekolojistlerden bir diğeri, Peter Vitousek “biz bu enteresan sorunun cevabını araştırırken dünyamız cehenneme doğru sürükleniyor” diyor.

 
Yüzde yüz net birincil üretimin sınırında, bize düşen her yayılma gasptan değil verimlilikten yana olmalı. Tahılları hayvanlar yerine doğrudan insanlara yedirmek, odunu daha verimli sobalarda yakmak, biyolojik atıkları daha sıkı şekilde geri dönüştürmek; en sonunda da nüfusumuzu ve atıklarımızı kontrol etmek durumunda kalacağız.

 
Seçenekler ya bu oto kontrolü bugün itibariyle 20-30 sene içinde ya da hemen şimdi -hala ötücü kuşlar, yabani çiçekler, doğal ormanlar varken, sulak alanlar atık depolama alanı, çeltik tarlası ya da balık çiftliğine dönüştürülmemişken sulak alanlar varken başarmak.
Yayılmaya devam ederek, aslında sessizce ve bilmeden seçimimizi yapıyoruz. Tümünü kendimiz için istediğimize karar veriyoruz. Ve tüm bunları onulmaz hatalar yapmadan kontrol edebileceğimize dair bir kumar oynuyoruz.

 
AŞIRI NÜFUSTAN KİM ÖLMÜŞ?
1991 yılının Nisan ayında denizden Bangladeş’in nehir deltasına doğru gelen büyük bir fırtına koptu ve olasılıkla asla doğrulanamayacak bir sayı olarak yaklaşık 125.000 kişinin ölümüne yol açtı. Yüz binlerce büyükbaş hayvan telef oldu, 9 milyon kişi evsiz kaldı ve yaklaşık 13 milyon hektarlık tarım alanı sel altında kaldı.

 
Fırtına, tam hasat zamanından önce, olabilecek en kötü zamanda gerçekleşti. Gıda kaynakları en az miktardaydı. Ürünler tamamen kaybedildi. Yeniden yapılanma üzerine çalışan yardım kuruluşları en büyük sorunun, zaten yeterince kötü olan mevcut kıtlık durumu değil fakat gelecekte olacak kıtlık olduğunu söylüyor. Bu kadar devasa bir alan için yeterli sayıda kaliteli tohum mevcut değil. Olsa bile ekim yapılamaz, çünkü topraklar deniz tuzuna doymuş bir halde.

 
Haber bültenlerinin çoğunda bu trajedi, bir örnek olmaktan çok münferit bir olay gibi resmedildi. Olayın nedeninin fırtına olduğu farz edildi. Bu hikâyenin neden dünyanın bu bölgesinde tekrar tekrar kendi kendine yinelendiğini sorgulanmadı. Yirmi yıl önce, Santa Barbara Kaliforniya Üniversitesi’nden ekolojist Garett Hardin, Science dergisi için “Hiç Kimse Aşırı Nüfustan Ölmez” başlıklı bir makale yazdı. Yazı şöyle başlıyordu:

 
Hortum, Doğu Bengal’i (o zamanlar Pakistan’ın bir eyaleti, şimdi Bangladeş) vurduğu sırada Kalküta’daydım… İlk haberler 15.000 ölüden bahsediyordu; ancak tahminler hızlı bir şekilde 2 milyona ulaştı ve ardından tekrar 500.000’e indi. Rakam güzelce yuvarlanıvermiş; gerçek değeri asla bilemeyeceğimiz için, her zaman da öyle kalacak. Ölen isimsiz insanlar; toplumsal iktidar yapısının sınırlarının çok ötesindeki “önemsiz” insanlar, varoluşlarından geriye hiçbir iz bırakmadılar.

 
Bu talihsiz insanları kim öldürdü? Gazeteler hortum olduğunu söylüyordu. Fakat, yine aynı mantıkla, onları aşırı nüfusun öldürdüğü de söylenebilirdi. Gangetic deltası deniz seviyesinden çok az bir yükseklikte bulunuyor. Her sene binlerce insan bölgedeki olağan fırtınalarda yaşamını yitiriyor. Eğer Pakistan’da aşırı nüfus olmasaydı, aklı başında hiç kimse ailesini böyle bir yere getirmezdi. Ekolojik anlamda bir delta, nehir ve denize aittir, insan bu alana kendi hayatı pahasına zorla girmektedir.

 
Bangladeş’te, 2,4 milyon nüfuslu Arkansas büyüklüğündeki bir alanda 115 milyon kişi yaşıyor. Kasırga olmadığı yıllarda dahi, 5 yaşın altındaki 870.000 çocuk açlıktan ölüyor. Bu korkunç ölü sayısına rağmen, Bangladeş nüfusu her yıl Arkansas’ın tüm nüfusundan daha fazla artıyor. Bu seneki kasırgada ölen insan sayısı eğer gerçekte 125.000 ise, Bangladeşli aileler bu sayıyı 15 gün içinde telafi edecektir.

 
Fakirleştirilmiş aileler, toprak için ümidini yitirmiş bir şekilde Bangladeş’in büyük nehir deltasındaki kum adalarına taşınıyorlar, bu adaların rüzgâr ve dalgalarla oluşup yeniden yıkılan geçici yerler olduğunu bilmelerine rağmen. Başka bir seçenekleri olsa orada yaşamazlardı.

 
Aşırı nüfusu tanımlamanın birçok yolu olduğu gibi, dünya üzerinde herhangi bir tanıma göre aşırı nüfuslu sayılabilecek de birçok yer var -Los Angeles eyaleti, Nil deltası, Hollanda ve Bangladeş bunlar arasında yer alıyor. Bunları toplum önünde dile getirmekten kaçınıyoruz. Fırtınalardan, yoksulluktan, kirlilikten, trafikten ve arazilerdeki su taşkınlarından konuşuyoruz; buna karşın insan nüfusunun ya arabalar, konutlar, fabrikalar ve araziler gibi bu nüfusun uzantlarının çokluğundan bahsetmiyoruz. Bunun için aslında mantıklı bir neden var. 20 yıl önce Hardin’in söylediği gibi: “Eğer yarım milyon ölümün nedenini aşırı nüfus olarak gösterirsek, kendimizi cevabını bilmediğimiz bir soruyla tehdit etmiş oluruz: Nüfusu, sıradışı tedbirlere başvurmaksızın nasıl kontrol edebiliriz? Korkuyla, zihinlerimizi yaratıcı olanaklara kapatıyoruz. Bunun yerine, ölümlere kasırga neden oldu diyor ve böylelikle bu ve gelecekte olacak bunun gibi felaketlerin sorumluluğunu üstümüzden atıyoruz”.

 
Sayımızın aşırı olduğunu ileri sürmenin yapıcı bir yolunu bilmiyoruz. Haklı olarak, insanların hangi tip insanlardan aşırı sayıda olduğunu sorgular şekilde düşünmeye başlamalarından korkuyoruz. Ve böylece Los Angeles’ta akciğer kanserinden kaynaklanan ölümleri hava kirliliğine, Bangladeş’te açlıktan kaynaklanan ölümleri ise bir fırtınaya bağlıyoruz. 20 yıl önceki o kasırgadan kısa bir süre sonra, Birleşmiş Milletler’den üst düzey bir yetkili bana “Nüfus burada tartışamayacağımız bir konu” demişti.

 
“Hiç kimse aşırı nüfustan ölmez” diyor Garrett Hardin. “Bu düşünülemez bir şey.”

 
Nüfus konusu, dünyadaki etnik nefretleri, yoksulların öfkesini, zenginlerin suçluluklarını, cinsellik ve bireysel özgürlükler ile toplumsal fayda arasındaki ideal denge konusundaki tüm kafa karışıklığımızı kışkırtıyor. Nüfus konusunu barışçıl ve etkili bir şekilde ele almak için tüm merhametimizi, bağışlayıcılığımızı ve insan sevgimizi ortaya koymamız gerekiyor. Bu erdemleri zaten içimizde barındırıyoruz. Sadece, onları cevabını bilmediğimiz ancak cevapları insanca bir dünya için hayati öneme sahip olan sorularda kullanmak için yapmış olduğumuz bir toplumsal mutabakat yok.
Onun yerine, Bangladeş’teki zavallı insanların fırtınadan öldüğünü söylüyoruz ya da nedenin Bangladeşlilerin fakirliği olduğunu ama bunun aslında kendi suskunluğumuzdankaynaklandığını düşünmemeyi tercih ediyoruz.

 

 

NÜFUS ARTIŞINI NASIL DURDURMALI
Dünya Bankası henüz geçtiğimiz günlerde dünya nüfusu konusundaki projeksiyonunu bir milyar daha arttırdı. Banka, gelecek yüzyılın sonlarına doğru, nüfusun daha önce düşünüldüğü gibi 11,5 milyar değil 12,5 milyar seviyesine ulaşacağını söylüyor.
Bu durum, daha büyük öneme sahip haberler yok denecek kadar az olmasına rağmen, haberlerde yer almadı. Bir milyar insan daha ─bir Çin daha, ya da dört ABD daha─ azımsanacak bir değer değil. Ve tahminlerin arttırılarak yenilenmesi bize sadece gelecekle ilgili değil, şu an ile ilgili de bir şey anlatıyor. Bu rakam, dünyanın fakir ülkelerinin birçoğundaki 10 yıllık bir ekonomik durgunluğun sonucu.

 
Dünya Bankası, nüfus projeksiyonlarını ortaya koymak için iyimser iki çılgın tahmin tahmin kullanıyor. İlki, ekonomik büyümenin sorunsuz bir şekilde devam edeceği ve böylelikle doğum oranlarının aşağı çekileceği. Evet, kalkınma doğum oranlarını azaltır-zengin ülkelerin tümünde ya yavaş bir nüfus artışı var ya da hiç yok. Ancak, büyümenin kesintisiz bir şekilde uygun adım ilerleyeceğine ilişkin tahminler 1980’lerde çöktü. Ekonomilerin gerilediği Latin Amerika’nın birçok bölümünde, Afrika’nın neredeyse tümünde ve Asya’nın bazı bölümlerinde doğum oranlarındaki azalma durdu. Tahminlerin bir milyar kişi kadar artmasının nedeni buydu.

 
Eğer Dünya Bankası’nın ekonomik gelişmenin devam edeceği yönündeki iyimser tahmininin geçersiz olduğu ortaya çıkarsa, nüfus projeksiyonları sezdirmeden 13-14 milyara dahi yükselebilir. Yolun bir yerinde, ikinci çılgınca iyimser tahmin de çürütülecek: Yeryüzünün bu kadar insanı besleyebileceği tahmini.

 
Geçtiğimiz on yılda, bu tahmin konusunda şüphe uyandıracak kanıtlar ortaya çıktı. Topraklar, ormanlar, balık rezervleri, sular, atmosfer ve okyanuslar mevcut 5,4 milyar nüfus tarafından hali hazırda oldukça zorlandı. Bunun üzerine bir bu kadar büyüklükte daha insan dünyası oturtabileceğimizin garantisi yok, sayı iki üç katına çıktığında ihtimaller daha da azalıyor.

 
Yoksul insanlar mali darboğaz içinde kaldıkları sürece, nüfusları artmaya devam edecek. Onlar açısından bunun geçerli nedenleri var. Çocuklar onların umudu, onların tek güvencesi ve doğum kontrol yöntemlerini bilmedikleri için istediklerinden de fazla çocuk sahibi oluyorlar. Bir noktada, fakirliklerinin yol açtığı sonuçların birikimi dünyanın sınırlarını aşacak ─eğer halihazırda aşılmadıysa. Bu sonuçlar sadece yoksullara uğramayacak. Ekonomik ve ekolojik olarak birbiriyle böylesine bağlantılı bir dünyada, herhangi bir yerdeki aşırı nüfus herkesi etkileyecektir.

 
Nüfus artışı, gezegen üzerindeki “en tartışılmayan” sorun. Hiç kimse nüfustan bahsetmiyor ve nüfus konusunda herhangi bir şey yapmıyor, çünkü hiç kimse bu konuda ne yapılması gerektiğini bilmiyor. Ya da, daha açık söylemek gerekirse, herkes ne yapılması gerektiğini bilmiyormuş gibi yapıyor.

 
Bunun birçok nedeni var. Güneyin fakir ulusları sorunu doğrudan tartışmakta sıkıntı yaşıyorlar, çünkü kendi içlerindeki eşitsizlik ve zulümleri kabul etmek durumunda kalmamak için etnik husumetler ile sömürgeci ve baskıcı güçlere karşı duydukları geçmiş öfkelerini bu konuyla karıştırıyorlar. Zengin Kuzey ise cinsiyet, din ve kürtaj konularında çözüme kavuşturamadığı tutumlar ile bu sorunu birbirine karıştırıyor ve bu yüzden doğum kontrol yöntemlerini paylaşamıyor.
Oysa nüfus sorunuyla başa çıkmanın başlıca yolu çok açık. Bir önceki cümlede kullandığım kısa ve basit kelime bunu açıklıyor -paylaşmak. Hızlı nüfus artışının ve diğer birçok sorunun temel nedeni yoksulluk. Buna bir son verilmeli, şimdi ve sonsuza kadar.

 
Peki bu nasıl olacak?
Detaylarını bilmesem de nasıl başlanacağını biliyorum. Başlamanın yolu yoksulların gözlerinin içine bakmak ve onlara “kardeşlerim” diye seslenmek. Buna bir kişiyle başlayın, evinize yakın bir yerden başlayın; her yerde uzanan bir eli boş çevirmeyecek insanlar var. Onlarla lütfederek değil, onlarla ortaklık içinde çalışın. Kendi yoksulluklarına son verecek kişiler onlar. Onlar bunu yapmayı çok istiyor. Ancak, önce insanlık ailesine dâhil edilmeleri gerek.

 
Devletler insanların yüzüne bakıp onlarla ortaklaşa çalışamaz, bunu sadece insanlar yapabilir. Fakat insanlar bunu yapmaya başladıklarında, hükümetlerden de tüm insanlığın refahının yine tüm insanların önemli bir meselesi olduğunu kabul etmesini talep edecektir. Bu farkındalık ile de, borç affından bilfiil yoksulların ihtiyaçlarına odaklanan kalkınma programlarına kadar yapılacak birçok şey ortaya çıkacaktır. Bunlar, zenginlerin elinden süzülerek geçmek zorunda olan kalkınma programlarından çok daha az maliyetli olacak ve “herkesin” varlığını sürdürmesini temin edecektir.

 
İnsanlık tarihinde, insan ırkının yoksulluğu bitirebilecek teknik araçlara, kürsel iletişim imkânlarına ve birikmiş zenginliğe sahip olduğu bir noktada, aynı zamanda bunu yapmanın kaçınılmaz ihtiyacı ile de karşı karşıya olması evrenin bize bir şakası -ya da Tanrı’nın bir planı- olabilir. Eğer bunu yapmazsak, doğa bize kesin olarak ve acımasızca ne kadar fazlanın “çok” fazla olduğunu söyleyene dek nüfus tahminleri artmaya devam edecektir.

 

Yazının orjinal adresi: http://www.context.org/ICLIB/IC31/Meadows.htm