Bir Sayfa Seçin

Yabani Otlar mı Yaban Doğa mı?

Uluslararası Permakültür Dergisi (PIJ) Sayı 61, Aralık-Ocak 1997 (çeviri: Başak Üner)

Dünyadaki ırk ayrımcılığını kaldırma çabası, bitkileri kapsayacak kadar genişlemiyor.

 

Permakültürün sürdürülebilir organik sistemler inşa etme yaklaşımına yönelik yapılan temel eleştirilerden biri, kimilerinin fikrine göre permakültürün egzotik türleri sisteme davet etme isteğidir.

Egzotik türleri de içeren sistemler inşa etmek mi daha iyidir, yoksa ormanlaştırmanın amacı oradan yok edileni yerine koymaktan mı ibaret olmalıdır?

Azgın bir egzotik bitki, yabani ot mu sayılmalı yoksa doğanın en etkili ilkyardım tedavisi mi?

Bu mesele, permakültür camiası içerisinde hararetli bir tartışmayı alevlendirmiş, pek çok ortak noktada buluşabilmiş gruplardaki ilişkileri gererek felsefi bir bölünme yaratmıştır.

Permakültür kavramının iki yaratıcısından biri olan Bill Mollison, değerlendirmesinde kendinden beklenebileceği gibi lafını hiç sakınmaz; toprağın önce tamir edilmesi gerektiğini, yabani otlar için kaygılanmayı ise sonraya bırakılabileceğini savunur ve ekler : “Onlar her zaman malça dönüştürülebilir”.

Mollison, “eko-faşistlerin”, her gün yediklerimiz ve giydiklerimiz üzerine, monokültürle üretilmiş buğday, pamuk, yulaf ve diğer egzotik türler hakkında daha çok endişe etmeleri gerektiğini ileri sürer. “Topraklar o kadar kötü şekilde zarar gördü ki, geçmişe değil yeni sistemlere bakmalıyız,” der.

Lakin, permakültür eğitmeni Robin Francis, bitki seçiminde sorumluluk almanın temel bir nokta olduğu görüşünde.

Francis, “Kendimizi beslememiz gerektiği gerçeği ile bu bitkilerin yerel gen havuzu ve ekosisteme olabilecek etkilerini dengelemek zorundayız,” der. “Birçok permakültürcü, bir egzotik tür yerine onun yerel versiyonunun kullanılmasını öğretmeye çalışmakta”.

“Bir sebze bahçesinde daha çok egzotik tür ve daha az yerel tür olması mantıklıdır; ancak arazide dışa doğru açıldıkça yerellerin egzotiklere oranını artırmaya çalışmamız gerekir. En bereketli sistemleri sorumlulukla oluşturmak için egzotikler ile yerel türler arasında bir denge tutturmamız gerekmekte”.

Batı Avustralyalı permakültür eğitmeni Ross Mars’a göre, çevresel sorunların ve gıda üretimi sorunlarının çözümü için aşırı kolaylaştırıcı yaklaşımlar getirmekten kaçınma sorumluluğu permakültür uygulayıcılarına düşmekte.

Mars, “Permakültürdeki, doğal ya da insan yapımı sistemlerin çevrede yaşanan bozulmalardan yabancı türlerin kullanımıyla kurtulabileceği fikri akılcıdır; fakat bu, genetik çeşitliliği kaybetmek pahasına ya da başka endişelere yol açacak şekilde yapılmamalı,” der.

“Uygun yönetimsel cevap, öncelikle bir alanın mevcut  değerlerini; endemik türleri ve yeni girmiş türlerin yayılımına  ait risk seviyesini de içerecek şekilde tanımlamak olmalıdır,” diye ekler.

Permakültürün diğer kurucusu David Holmgren, taraf tutmadan , iki grubun da bu konu üzerinde büyüyen karışıklığı gidermek için bir araya gelmesini önermekte.

Ona göre, bu “tüm yabani otlardan kurtulma” mantığı, yöreye özgü olmayan ekosistemlerin taşıdığı değerler araştırılmaksızın, bir trajedi olmasa bile çılgınlık sayılır. Nedenini şöyle açıklıyor :

1970’lerdeki başlangıcından beri permakültür hareketinin gelişimi, yeniden bitkilendirme ve Avustralya’nın Toprak Koruma hareketi ile sıkı sıkıya bağlı olarak ilerledi. O zamandan beri permakültürün ana amacı, sürdürülebilir bahçe ve çiftlikleri tasarlayıp oluşturarak, insanların daha çok kendine yeter hale gelmelerini desteklemek yönünde oldu.

Permakültürün kavramsal temelini oluşturan tasarım ilkeleri, sistemsel ekoloji biliminin ve sürdürülebilir toprak kullanımının endüstri dönemi öncesi örneklerinin incelenmesiyle sağlandı. Önerilen, tarımsal sistemlerin, ince, mükemmel bir ayardan ziyade temelden tekrar tasarlanmasına ihtiyaç duyduğuydu. Ağaçlar ve diğer çok yıllık bitkiler peyzajı istikrarlı halde tuttukları ve insan ihtiyaçlarını karşıladıkları için, permakültür stratejisinin köşe taşlarından biri olarak daha büyük role sahiptiler. Bu anlamda, bir açıdan, permakültür “yeniden bitkilendirme” (revegetation) stratejisidir.

Başlangıçtaki permakültür vizyonu, doğal sistemleri taklit eden sıralar halinde dikilmiş “yararlı” türlerden oluşan ormanları içeriyordu. Permakültür stratejisine göre, evin çevresindeki yoğun sitemlerde (1. ve 2. Mıntıkalar) besin amaçlı türler hakim olsa da, daha büyük alanlı çiftliklerde bitki örtüsünün  “kullanımı” lif, hayvan yemi ve kereste üretimine ek olarak yaban hayatın yaşam alanını da kapsamaktadır.  Holmgren, kendi  bitkilendirme el kitabının, işte bu daha büyük araziler ve yeniden bitkilendirme  fonksiyonları üzerine yoğunlaştığından bahseder. Ona göre, permakültürün alameti farikası, tasarım sistemi yaklaşımı ve de çiftlik arazilerinin üretken ve çevresel fonksiyonlarının bileşimidir.

Bu arada, Avustralya’daki toprak koruma hareketi, üretken toprağın onarılması ve restorasyonu ile ilgilenmekteydi. Bunun başlangıcı, 1980’lerin başında eş zamanlı olarak, topraklardaki özellikle tuzlanma ve ağaç azalması ile kendini gösteren bozulmadan muzdarip değişik bölgelerde ortaya çıkan çeşitli yerel kırsal gruplar idi. Permakültürcülerin çoğu bu gruplarda çalışmaktaydı ve çoğu hâlâ bu gruplardadır.

Tuzlanma, erozyon, asitlenme, ağaç azalması ve ekosistemin bozulmasına sebep olan diğer belirtilerin  çözümleri, tarımda kökten değişim gerektirmekteydi. Çok yıllık ve kısmen odunsu  bitki örtüsü yaratmak, kırsaldaki toprağın bozulmasına  yönelik nerdeyse evrensel bir çözümdür.

Tek Elle Ağaç Dikimi

Aynı zamanda yöreye özgü türlerin faydacı, çevreci ve kültürel nedenlerle önemli bir role sahip oldukları yaygın bir teşhistir. Birçok tarımcı ve finansman grubu daha da ileri giderek sadece yerel türlerin uygun olduğunu iddia etmişler ve çiftçilerin az deneyime sahip oldukları yerlerde bu bakış açışı “uzman görüşü” olarak kabul görmüştür.

Fakat yeniden bitkilendirme konusunda daha fazla tecrübeye sahip olan çiftçiler, eğer çiftçiliğin ekonomik anlamda geçerli bir parçası olacaksa, yeniden bitkilendirme ile birlikte yeni kaynak değerlerinin yaratılmasının gerekli olduğunu görmektedir.  Çiftlik ormancılığı ve hayvansal yeme yönelik ağaçlar, toprağın korunmasındaki -ciddi bir gelir potansiyeline sahip- başlıca dinamik unsurlardandır. Bu minvalde, bitkilendirmeyi yerel doğal türlerle kısıtlamak, bir ağacı, bir elin arkadan bağlanmış şekilde dikilmesine benzer.

Kentsel alanlarda insanlar toprak kaybının doğrudan etkilerinden daha çok korunur. Bununla birlikte, yerel türlerin kaybı ve bu türlerin değerlerinin azımsanması ile ilgili farkındalığın artışı, birçok şehirli çevrecinin başlıca meselesi haline gelmiştir. Bu çevreciler ekolojik yabani otlarla yöreye özgü ekolojilerin tahribine karşı kampanyalar düzenlemekte; buldozerler ve şehir planlamacılarına karşı mücadeleye ise artık daha az zaman harcamaktalar.

Ekolojik yabani otlar meselesine yönelik bu giderek artan ilgi (otlakların yöreye özgü olmayan türler tarafından işgali) devlet tarafından yoğun şekilde finanse edildi. Bu devlet ve federal finansmanları, halka açık alanlarda ve şehirdeki metruk arazilerde yerel ekosistemlerin tekrar oluşturulması için kentsel toprak koruma modelini destekliyor. Kentsel bitki örtüsü endüstrisini çoğaltmayı ve aynı zamanda toplumu da bunun içine almayı içeren projelerde hızlı bir gelişim görülüyor. Bu vizyonda, üretken kentsel ve kırsal alanların omurgası olarak yerel ekosistemlerin tekrar kurulması amaçlanıyor.

İyi niyetli olsa da, ben bu vizyonda büyük bir aksaklık görüyorum.

Artan şekilde, devlet ve toplum kaynakları, mevcut sağlıklı bitki örtüsünü tahrip etmek için kullanılıyor. Yöreye özgü olmayan bitki örtüsünün kayda değer ekolojik  ve diğer getirilerinin hiç düşünülmemiş olması tam bir trajedi. Buna ek olarak, ortadan kaldırma yöntemlerinin (örn. böcek ilaçları) olumsuz etkileri yeterince dikkate alınmıyor. Çevredeki toprak kullanımından bağımsız olarak hayatta kalan yöreye özgü bitki örtüsü “cepleri” ile ilgili sorunlar ya göz ardı edilmekte ya da “tüm yabani otlardan” kurtulmak için düzenlenen muazzam planlarda pek az dikkate alınmakta.

Yaban Doğanın Yeri 

Permakültür stratejisi, üstü kapalı olarak,  doğanın kendisinin aktif bir tasarımcı olduğunu ve sürdürülebilirliğin gerçek anahtarı olabilecek yabani sistemlerin gelişimindeki evrime ayak uydurmayı kabul eder. Yaban doğa, sürekli artan bir hızla kendini üreten karışık haldeki türlerden yeni ekosistemler geliştirmektedir.

Bu “ekosentez”, Avustralya’ya yerleşen Avrupalılardan kaynaklanan rahatsızlıklara karşı doğanın kendi organize ettiği bir cevaptır ve sistem ekolojisi tarafından tarif edilen motifleri izler.

Bazı bölgelerde, özellikle akarsular boyunca, ekosentez süreci, yerel ve egzotik türlerin karışımından oluşan ormanların sistemsel özellikler göstermeye başladığı noktalara doğru gelişmiştir.

Bu bölgelerin hidrolojik ve toprak üretici değerleri belgelenmemiş kalırken, sadece gözü okşayan özelliklerine odaklanılması rahatsız edicidir. Mevcut veya gelecekteki kaynak değerler hakkında herhangi bir tartışma, tam bir “yüksek enerji” bolluğu içinde yüzen bir toplumda, ekonomik esenlik açısından alakasız görülerek göz ardı edilmektedir.

Kaçınılmaz olduğuna inandığım “düşük enerjili” gelecekte,  bu süreç, kaynaklardaki bozulmayı (erozyon, tuzlanma, asitlenme, ötrofikasyon vb.) istikrara kavuşturmak ve de seçtiğimiz ekin sistemlerimiz ya da yerel bitki örtümüzden farklı ekonomik olarak hasat edilebilir kaynakları (kereste, yem, gıda vb) üretmek için daha önemlidir.

Permakültüre yapılan eleştirilerin birçoğu, çevresel yabani otları yayma potansiyeli ile alakalıdır. Bazı çevreciler tarafından yapılan permakültür eleştirisinin derinliği ve yoğunluğu, permakültürcüler tarafından kullanımı önerilen -ve yeni ortamlarına alışma potansiyeline sahip- bitkilerin etrafında dönüp durmaktadır.

Aslına bakılırsa, ana akım kentsel ve kırsal yeniden bitkilendirme aktiviteleri, bitkilerdeki geçmiş ve gelecek yerlileştirmelerde en büyük role sahiptir; fakat belki de bu süreç kasıtlı bir çıktı olmadığı için çok gürültülü bir kınamaya maruz kalmamaktadır. Başka bir deyişle, permakültürün “kötü” sonuçlarından ziyade “kötü” niyetleri olumsuz bir ilgiyi üzerine çekmiştir.

Genel olarak permakültür, halka açık arazi yönetimi politikaları ve uygulamalarında pek az etki sağlamıştır, çünkü daha üretken türlerin tanıtımı için gösterilen çabalar çok başarılı olmamıştır. Önerilen ve gerçekleşen dikimler genelde iki kategoride görülmekte: halka açık alanlar için çok ilgi ve dikkat gerektirenler ya da doğru şartlar altında yerel koşullara ayak uyduran ve bu yüzden de çevresel yabani ot olarak görülenler.

Birçok permakültürcü, halka açık alanları başkalarına bırakarak, kendi alanlarını düzenlemeye odaklanmıştır. Diğerleri ise, özel arazilerdeki küçük ölçekli gıda bahçelerinin halka açık arazilerdeki yerel sistemler tarafından çevrildiği, parçalı toprak kullanımına kendilerini adamışlardır.

Bununla birlikte, permakültürcüler, bahçıvanlar ve bahçe uzmanları ile birlikte, 1994’te Avustralya’nın Victoria eyaletinde Eltham yönetimi özel arazilerdeki 54 tür bitkinin zararlı olduğunu ilan edip bunların yok edilmelerini talep ettiğinde, ciddi bir tepki gösterdi. Bu durum, permakültürcü çevreciler ile yerel tür savunucuları arasında ufak çaplı bir mezhep savaşına dönüştü.

Karmaşayı Ortadan Kaldırmak

Bu anlaşmazlığı takiben, iki kavramsal çerçevenin esaslarını açık bir şekilde gözler önüne sermek gerekiyor. Her iki pozisyondaki ele alınmamış çelişkileri etraflıca incelemeli ve pratik stratejiler geliştirilmeli. Bu stratejiler daha sonra, kendilerini anlaşılabilir bir karmaşa içerisinde bulan özel toprak sahipleri ve halka açık toprakların yöneticileri tarafından  uygulanabilir.

Ekosentez, az sayıda çevrecinin itiraz edeceği bir gerçektir. Ekolojik sürdürülebilirlikle ilgilenen permakültür perspektifinden, yerel ve göçebe sistemlerin ekosentezi, muhtemelen toprak ve su azalmasına karşı en etkili çözümleri sağlayabilir. Buna ek olarak, ekosentez, üretken kentsel ve kırsal toprak kullanımına temel teşkil edecek, daha planlı, tasarım tabanlı yaklaşımların (permakültür) bilgisini de sağlayacaktır.

Gerek teknik belirsizlikler gerekse birtakım çevresel değerler ve gündemlerle uğraşma sürecinde, gelecek neslin değerlendirip kullanabileceği en yararlı sonuçların ancak birden fazla yaklaşımla ortaya çıkacağını  kabul edebilmeliyiz. Modern endüstriyel toplum olarak adlandırdığımız devasa deneyin uçlarında, kaçınılmaz bir şekilde bunlar, gerçek ekolojik deneyler olacak. Yaban doğa, kriz halindeki toplum için kritik bir yedek plan kaynağı olabilir ve hatta, 10 milyar insan ve 750 milyon yıllık depolanmış güneş enerjisinin kazılıp çıkarılışı sonucu sonsuza kadar değiştirilmiş bir gezegene ayak uydurabilen yeni biyoçeşitliliğe katkıda bulunabilir.

Eğer biz şehirlerimizin ve banliyölerimizin çevresel etkilerini azaltma konusunda ciddiysek, o zaman taşımacılığın ve ev enerjilerinin sürdürülemez kullanımına, arka bahçelerimizde daha çok gıda yetiştirmeye odaklanmalı ve de arka bahçelerimizin balözlü bitkilerle beslenen üç mü yoksa dört mü kuş türünü destekleyip desteklemediğini daha az dert etmeliyiz.  Sonuçta, yediğimiz bitkilerin çoğu, geniş toprak alanlarını kaplayan egzotik türlerden gelmektedir ve cansiperane desteklenen yerel bitkiler açısından rahatlıkla birer yabani ot olarak kabul edilebilir. Kentsel çevreciler, Avustralya’nın yerel otlaklarını kurtarmak için savaşmakla iyi yaptılar, fakat sürdürülemez kentsel gelişim ve tüketimin yapısal temelleri konusunda pek az etki yaratabildiler.

Bence, insanların daha ziyade yerel bitkiler yetiştirmeyi tercih etmesinin nedeni, bu yöntemin kendi gıdasını yetiştirmekten daha az çaba ve beceri gerektirmesi ve sonuçta gıdanın ucuz kalmasıdır, bu da birçok evsahibinin (çiftçiler iflas ederken ve toprak bozulurken) keyfinin kaçmaması demektir.  Hane halkının çevresel sorumluluğuna kendini adamış bizim gibiler için, bir elma, bir sakız ağacı meyvesinden daha iyi bir semboldür.

Yazının orjinali: http://permaculture.org.au/2008/12/10/weeds-or-wild-nature/